İçeriğe geç

Yaşamak

Epey bir hayatı sorguluyorum son zamanlarda, ne olduğunu, nasıl olması, nasıl olmaması gerektiğini…

Her sene sonunda kendime daha iyi davranmaya karar veririm, özellikle son yıllarda, ama bu sene bu kararın çok daha keskin olmasını sağlayan şeyler oldu: İdare etmeye çalıştığım yükler, kurtulmayı göze alamadığım işler, hassasiyetle uğraştığım kişisel bağlar, insan nitelikleri ve niteliksizlikleri, kimin ne zaman kim için ne yaptığı ve ne yapması gerektiği…

Bunlarla debelenir, doludan alıp boşa koyup dengeye varmaya çalışır, yine de ne İsa’ya ne Musa’ya, ne de içimde ter ter tepinen Candan’a yaranabilirken, bir anda şu dank etti kafama: Benim bir tane hayatım var! Ve hayatımda bugün, bu an bir daha asla yaşanmayacak. Ve bir daha 53 yaşımda olmayacağım, nitekim bitti bile 53, şimdi bir anda 54 oldum ve bir daha 54 yaşımda da olmayacağım…

(…)

“I don’t know exactly what a prayer is.

I do know how to pay attention, how to fall down

into the grass, how to kneel down in the grass,

how to be idle and blessed, how to stroll through the fields,

which is what I have been doing all day.

Tell me, what else should I have done?

Doesn’t everything die at last, and too soon?

Tell me, what is it you plan to do

with your one wild and precious life?” (Mary Oliver)

Ey güzel tanrım, ben buraya nasıl geldim, yirmi yıl önce doğada yaşamak üzere dağa taşınmışken nasıl bu telaşa, bu miyopluğa daldım? Otların içine devrilmek yerine ne yapıyor olmam gerektiğini sandım ki böyle geçirdim bunca zamanı?

”Hayatının seyri dümdüz olan insanlar vardır. Ömür mermerini heykelleştirecek en ufak bir kıvrıntı dahi vermeden, mihaniki bir ahenk içinde yaşarlar. Bunlar hakkında söyleyeceklerimiz çabucak bitip tükenir…” (Kayseri Lisesi edebiyat öğretmeni, 1952-55)

İşte bundan korkumdan. Demiştim daha evvel bir yazımda, üç cümlede özetlenebilir yaşamlar var, maalesef var, bense bundan dehşetle korkuyorum, o kadar düz, o kadar tahmin edilebilir, o kadar “mihaniki bir ahenk” içinde yaşamak ihtimali beni dehşete düşürüyor, özetlenmesi zor bir yaşam inşa etmeye yırtınıyorum…

Ama öte yandan, daha doğrusu gerçekte, belki de bundan böyle, esasında ben şiir okumak, köpeklerimle oynamak, dağlarda dolaşmak istiyorum! Hayatımla çok “gerekli” şeyler yapmayı bir kenara atıp, o an paşa gönlüm ne istiyorsa salına salına onu yapmak istiyorum. Artık bunu tercih ediyorum… sanırım. Tekrar düşüneceğim tabii ki, yeniden değerlendireceğim, ama şu an, yani bu yıl sonu, yıl başı hesaplarında görünen o ki, ben artık buraya geldim: İstediğim an, istediğim yerde, istediğim gibi olmaktan başka bir arzum yok!

Tamam kabul, ben doğarken koşullar öyleymiş, “Hay Allah, bu çocuk da gereksiz oldu,” denmiş… Gerekli ve faydalı olduğumu, ömür mermerini kendi çapımda heykelleştirdiğimi kanıtlamak için geçirdiğim bunca yıl yeter artık. Bu uğraş, bu mücadele, bu didinme yeter. Hayatın tadını çıkarmaktan başka bir şey hedeflemeden, bir ağustosböceği gibi yaşamayı hak etmiyor muyuz? Hak etmiyor muyum? 

Spiritüaliteden ne öğrendik bunca yıl, bunu da öğrenmediysek? Olan olduğu gibi mükemmel, ben olduğum gibi mükemmel…

“Dünyada her şey iyi, sadece siz ve ben her şeyi zorlaştırıyoruz” (anonim)

Tepemin en atık, inancımın en düşük olduğu esnada gezintiye çıktım dağda. Yukarılara doğru salındım. Hiçbir amacım olmadan. Zeytinlere, denize, kuşlara, yağmura baktım, onları kokladım, dinledim, tattım. Ve bir anda, sanki kafama bir kaya düştü! Her şeye yanlış bir yerden baktığımı fark ettim. O sırada yaşadığım farkına varışı anlatmak o kadar zor ki: Ya Hu, dedim, ben gelmişim burda, cennette yaşıyorum, özgürüm, rahatım, müreffehim, hayatta bir şeyler de yapıyorum… O eksikmiş, bu yamukmuş, şu yanlışmış, öteki daha iyi olabilirmiş… Bunlar teferruat! Her şey güzel – hatta fazlasıyla, insanı deli edecek güzellikte. Bukowski bu yaşadığım farkındalığı şöyle ifade etmiş:

I re-formulated

Kierkegaard ise tam benim yaşadığımı söylemiş:

“It’s all about searching for the right place from which to see”

Bir sanatçı arkadaşım vardı, ne zaman dış koşullar tüm umutları yerle bir edecek vahamette olsa onunla vakit geçirmek insanı yükseltirdi: Biz elimizden geleni yapacağız, olan tam bizim istediğimiz değilse de biz yaptığımızı yapacağız, çünkü başka bir şey yapamayız, derdi… Önümüze bakacağız, neyi iyi yapıyorsak, neye inanıyorsak onu yapmaya devam edeceğiz. Sonra bir Şilili sanatçının sözünü eklerdi: “Yaptığımı yapsaydım!

Bakış noktamı sarsalayarak doğru yerine oturtan gezintide, “an”larda takılı kaldım. Belki de bakış noktamı değiştiren bu oldu: Anlık kesitlere baktığında, her an, ama her bir an, olağanüstü güzellikte aslında! “Olağanüstü” kelimesini çok seven ve beni çok sıkan, ama öte yandan sevdiğim arkadaşım gibi: Anlık bir kesitini alınca harika bir insan, uzun vadedeyse olmayabilir, uymayabilir, sıkabilir… Ama bir ‘an’ın içinde o da olağanüstü, dünya da.

Anlara bak: Şu an, harika. Eşsiz. Kendine özgü herhangi bir nitelikten falan değil, sadece orada, öyle, var olmasından dolayı. 

“To make living itself an art, that is the goal” (Henry Miller)

Yirmi yıldır dağda, doğada yaşayan birinin her an böyle yaşaması değil mi beklenen? Olmadı, olmamış, gözden kaçmış, hedefler edinilmiş, kaptırıp gidilmiş, şehir yaşamındakiyle bir olmasa da hız, meşgale, dolu zamanlar, bir şeyler yapmaklar yaşamak sanatından daha geçer akçe sayılmış… Zaten yirmi yıl önce ben buraya yerleşirken beni “kolaya kaçmış, her şeyi bırakıp gitmiş, pes etmiş, oyuna girmemeyi ve işe yaramamayı seçmiş” sayan zihniyetin yanıtlanarak susturulması gerekmiş…

“Aslında herkes el yordamıyla ilerliyor” (Charlie Mackesy)

Evet, bu yirmi yılda tarafımdan yapılanlar hanesine yazılanlar da o zihniyete kapak olsunmuş. Amma… artık böyle: Bir şey yapılmıyor tarafımdan. Güneş batışını seyretmek, Limu’ya masaj yapmak, dallarındaki portakallarla neden büyümediklerini konuşmak, çalılıkların arasından yenebilir otlar toplayıp avare avare onları çiğnemek, günün sonunda yuvasına doğru uçan her bir kuşu gözden yitene kadar seyretmek bir şey sayılmadığı sürece, ben artık bir şey yapmıyorum. 

“Hello, sun in my face. Hello, you who made the morning and spread it over the fields… Watch now, how I start the day in happiness, in kindness (Mary Oliver)

D’nin babasının ölene kadar her sabah ve her akşam dediği gibi: Bugün ne güzel bir gün, değil mi? Ve can-ı gönülden hissediyorum bunu söylerken her sabah, her akşam… Ne güzel bir gün. Ne güzel bir an.

Bugün meşgulüm. Ne yapıyorsun? Ateşe bakıyorum.

Yarın da meşgul olacağım. Ne yapacaksın? Oturacağım.

“Retreat Regroup Reboot”. Yüklerin, gerekenlerin ve niteliksizliklerin hayatımda biriktirdiği yılgınlığı, her şeye yanlış yerden baktığımı fark ettiğim o tek bir anda geride bıraktım ve geri çekilmeyi, yeniden gruplanmayı ve yeni hedeflerle -minik, kişisel, tatlış- yeniden başlamayı seçtim. Fatih abimizin özlü sözündeki gibi, “Look to the front, not to the back”: Yapamadıklarımı bir kenara koyup, yapabildiklerimle devam etmeye niyetliyim şimdi…

Bazı şeylere evet, birçok şeye de hayır diyeceğim. Olmadığında bırakacağım, vazgeçeceğim, pes edeceğim. Hayır dediğim şeyler geride kalırken, bu bir sürü başka evet için yer açacak. Zaten ”Gittiğim her yerde çiçek açacağım” (Eren Boz) ve Michael Caine’in anlattığı gibi (“Use the difficulty”) zorlukları kullanacağım. Karşıma çıkan bütün engelleri hatırlayarak, gittiğim her yerde çiçek açmamın ne kadar kazanılmış bir hak olduğunu tekrar edeceğim.

  • “Yağmur yağıyor.”
  • “Elleme yağsın.”

Yozgatlının bu anekdotundaki gibi, bırakacağım bir şey yapamayacağım şeyler olsunlar… Ben, bir şey yapabileceğim yerde olacağım. Yağmur yağacak, ellemeyeceğim. Var olmaktan öte fazla da bir şey yapmayacağım.

Bunları, (Bugün ne yapayım? Yaşayayım) günlük programımda yaşamak olan bir pazar günü kaleme almaktayım. Yirmi yıl önce, “Köyde ne yapacaksın?” sorusuna “Yaşayacağım?!” yanıtı veren biri için geç olduğu düşünülebilir. Ben de arada bir böyle düşünüyorum doğrusu, ama aslına bakarsanız hiiiççç de umrumda değil: Şu an, şu şu an, yaşamaktan, hayret ve hayranlıkla etrafıma bakmaktan, kahkaha atmaktan ve köpeklerimi mıncıklamaktan başka zerre kadar bir yükümlülüğüm, beklentim, arzum olmadığını fark etmek bana öyle sonsuz bir haz veriyor, beni öylesine hafifletiyor ki, geçmiş olan anlar veya yıllar zerre kadar umrumda değil.

“Happiness is in the quiet, ordinary things. A table, a chair, a book with a paper knife stuck between the pages. And the petal falling from the rose, and the light flickering as we sit silent” (Virginia Woolf)

Artık sık sık, sessizce oturmak istiyorum. Amaçsızca, anlamsızca. Oturup manzaraya bakmak, bakmamak, çakalları, domuzları, sokak seslerini dinlemek, dinlememek, boş kalmak istiyorum. 

“Hiçbir şey yapmadan sessizce otur. Bahar gelir ve otlar kendiliklerinden büyür nasılsa” (Basho)

Yapmaları, bilmeleri, düşünmeleri, planlamaları, şu an kesitinde, şu eşsiz, olağanüstü anın içinde olmayan her şeyi geride bırakmak, hiçbir şeyi ciddiye almamak, kendimi asla ciddiye almamak, sadece bir dilim mükemmel ekmek gibi, mükemmel bir an kesitinde “var olmak” istiyorum. Ve tekrar, ve tekrar, ve tekrar.

“(…) Nothing Ever Happened, so don’t worry. It’s all like a dream. Everything is ecstasy, inside. We just don’t know it because of our thinking minds. But in our true blissful essence of mind is known that everything is allright forever and forever and forever…” (Jack Kerouac)

Ve öyledir, geçmiş ve gelecek tüm yaşamlarda, tüm âlemler ve tüm boyutlarda. Amin.

(Ocak 2024)

Kategori:Ordan burdan insandan...