İçeriğe geç

El Camino el mas fantastico

İçimde çocukça bir eğlenme hissi ve yüzümde derin bir gülümseme ile bu satırları yazarken, yazmasının da okumasının da kolay kolay bitmemesini umarken aklıma gelen, birçok kilise töreninde duyduğum şu cümle: As it was in the beginning, is now, and ever shall be, world without end. Sonsuz dünya, sonsuz Camino… Çok amin!

Santiago’dan Porto’ya giden otobüsteyiz. Haftalardır canımızı çıkaran yürüyüşler Santiago de Compostela’da bitmiş, vücut kayısı pestilinden hallice, şimdiyse dinlenme günleri bekliyor bizi yeni bir kentte. Gözlerimi kapatarak arkama yaslanıp, derin bir oh çekiyorum. Ohhh… derken bir gülme geliyor, tam aydınlanıp huzura ereceğim ki sıcak çayını yudumlayan Erzurumlu geliyor aklıma… Sonra peregrino grubumuzla dünkü “son akşam yemeğimiz”, restoranda defalarla gülmekten yere yuvarlanmamız ve defalarla müşteriler rahatsız oluyor diye uyarılmamız. Doğrusu biz de kendimizi duymuyorduk, duysak da pek anlamıyorduk, ama içimizdeki ruh hali, frekansımız, o insanlar arasında anlaşmak için “esas” olan şey tamamen uyumluydu altı kişilik masamızda. Üçü, aynı okulda büyümüş, 30 yıl sonra yeniden (aslında ilk defa) bağ kurmuş biz Türkler. Biri, sadece Gallego konuşan ama İspanyolca ve İngilizce de konuştuğuna inanan tip ve tipik bir Galiçyalı adam. Biri, ilk başta çok beyefendi görünüp, bizle gezince daha çok çatlaklığı ortaya çıkan bir Bask adamı. Biri de kızımız veya yeğenimiz yaşında, komik, zeki, güçlü bir Hollandalı kız. 

Son akşam yemeğimizde bu kadar gemi azıya almaya hakkımız da vardı doğrusu, buna inanıyorduk: Boru değildi, biz üç Türk arkadaş aşağı yukarı 500 kilometre yol yürümüştük üç haftada. Bunun içinde 30 kilometrelik tırmanış günleri, saatlerce süren dik ve taşlı iniş rotaları, daha düz rotalı ama 30 kilometrenin de üstünde günler, su geçiren yağmurluklarımızla sağnak yağışlar, sabahları 10, öğlenleri 30 derece olan günler vardı. Mola günü vermemiştik, üç hafta boyunca nerdeyse hiçbir vasıtaya binmemiştik. Hastalıklar atlattık, sakatlıklar atlattık, su toplamalar ve yaralanmalar atlattık. Üstelik hiçbirimiz de profesyonel sporcu falan değildik, yolun yarısını geçmiş emekli iş insanları sayılırdık. Yani epey kutlanacak şeyimiz vardı Santiago’ya vardığımızda.

Aslında, her zaman kendime hatırlattığım gibi, kimsenin kimseye doğrulatma ihtiyacı da yok ki zaten: Camino yürüyen herkesin, her zaman kutlanacak şeyi var! Kimi korkunç bir hastalıktan dönüş yapıyor, kimi zor bir ayrılıktan, kimi beklenmedik bir kaybın darbesinden toparlanmaya geliyor, kimi hayatın zorlu bir yol ayrımında karar almaya. Hayatında hiçbir yere yürümemiş, hiç çanta taşımamış olan var, hayatında yatakhanede uyumamış, yemek masası paylaşmamış olan, ülkesinden dışarı çıkmamış, İspanyolca tek kelime etmemiş olan, iletişim kurmayı bilmeyen içedönükler ve susmayı bilmeyen dışadönükler, paylaşmayı bilmeyen ergenler ve suiistimale açık altın kalpler, hepsi hepsi var, hepsi bir şeyleri aşıyor, Camino’nun sonunda -aslında bedenin de değil- istencin zaferini kutluyorlar.

“Superar” fiili hep aklıma düştü bu Camino seferinde, “üstüne çıkmak, üstesinden gelmek”. Acının, sıkıntının, yorgunluğun, yeknesaklığın, bıkkınlığın… Pes etme isteğinin. Kendinin. Hepimiz kendimizin üstesinden geldik, kendimizin üstüne çıktık.

Hep aynı yerler derken?

Ama önce baştan almalı bir… Gitmeden bir yakınım sormuştu, “Hep aynı yerleri yürüyorsun, sıkıcı olmuyor mu?” diye. Ama hayır, aynı yerler değil ki, dedim! Yerler değişiyor, rotalar veya çevreleri değişiyor, açılan veya kapanan mekanlar oluyor, hep farklı insanlar yürüyor, en önemlisi bunları gören gözler, bakışlar, bunları yaşayan dimağ, yani ben hep farklı oluyorum bir önceki seferden! Esas ondan işte, her sefer yaşadıklarım bambaşka, yepyeni, taptaze. Misal ilk kez, beni rehber kabul eden, hemencecik Buen Camino selamlaşmasına da alışan hevesli ve taze iki peregrino yoldaşla yürüdüm, onların gözleriyle bir kez daha farklı algıladım Camino’yu. Daha önce yürürken hiç sabahın erinde yol kenarındaki tahıl tarlalarında oynaşan üç ceylan görmemiştim. Ortopedik engelli olup ayakta, koltuk değneği ile yürüyen peregrino görmüştüm ama özel tekerlekli sandalyede, bir grup tarafından yürütülen tüm beden felçli kimseyi görmemiştim. Hiç Alman peregrino olmadığını da görmemiştim daha önce, hem de tam önyargılarımı bir kenara bırakmışken Almansız bir Camino geçirdim ilk kez!

Dağda taşta çıplak ayakla yürüyen, İsa olduğuna inandığına inandığımız bir genç adam vardı bu sefer mesela; uzun süre her köyde ve durakta karşımıza çıkan bir İsrailli peregrinomuz; kendini sempatik sanarak gevrek espriler yapan orta yaşlı gıcık bir adam; kızıyla yürüyen bir anne; o günkü rotası bizimki gibi 30 kilometre mi diye sorduğumda, “F**k no!” diye gülen İrlandalı kadın; 70 ve 80’lerinde üç İrlandalı kadın arkadaş, daha evvel Camino parçaları yapıp şimdi araları doldurmaya gelen, her şeye rağmen çoğunlukla gülümseyen ve espriler yapan. Yatakhanede botlarıyla çoraplarını çıkardığı anda koku bombası atarak bizi pencerelere kilitleyen diğer bir İsa’mız vardı sonra, bilahare aramızda kokarca olarak anılan… Efendim İtalya’dan Santiago’ya yürümüş de şimdi geri yürüyormuş, dünyayı kurtaracakmış vahiyler alıyormuş falan, ona eriyip biten Ukraynalı Marina vardı, eşyalarını her alberguede bırakarak sonra da başkalarına söylenen, ikisinin herkesin dikkatini çeken spiritüel muhabbetleri vardı…

Her zamanki gibi şemsiyeler ve uzun kollularla güneşten kaçan Asyalılar; sıfır dil konuşarak Macaristan’dan buraya yürümüş yaşlıca Macar kadın; arkadaşımızOscar’ın pançosunu verdiği, giyecek hiçbir şeyi olmayan interseks peregrina; Philip from Alabama ve Philip from North Carolina ve diğer bir sürü Amerikalı; harika İngilizce konuşan Malezyalı tatlı genç kızlar; bana Ermeni sorununu sorup beklemediği bir yanıt alan ve konuyu daha fazla uzatamayan beyaz saçlı Fransız adam (“Anadolu’dan nemalanmaya çalışan batının b*k yemesinin sonucu” dedim özetle, gururluyum); arkasında çektiği el arabası gibi bir tekerlekli zamazingo ile bagajını taşıyan başka bir Fransız peregrino; albergue işleten İspanyol hippisi “mom-time” Sol… Ve her zamanki sıcakkanlı İspanyol köylüleri ve taşralıları.

Mini mini, sakin Plaza Mayor’larda Cafe Paris gibi adlarla kapalı ve izbe duran ümitsiz restoranların yanı sıra çiçekli bahçelerle, güzel müzikler ve şahane kruasanlarla bizi uçuran kafeler, ve çeşit çeşit, çoğu güzel albergueler… Daha önce çok kılı kırk yardığım için pek kalamadığım, bu sefer ise arkadaşlarımın da varlığıyla daha cüretkar davranarak deneyebildiğim bir sürü albergue, hepsinde yaşanan iyili kötülü deneyimler. Belediyenin, kilisenin veya kamunun olan, daha hesaplı olup daha temel gereklilikleri karşılayanlar; özel olduklarından daha donanımlı olup fiyatları da ona göre otele yaklaşanlar. Hepsi ayrı hoştu. Albergueler hakkında şu çok değerli deneyimi edindim: Yorum okuyarak albergue seçmenin pek bir anlamı yok çünkü dört kişilik ve en konforlu odada bile kalsan, tek bir düşüncesiz konuk bütün deneyimi altüst edebiliyor. Veya konfor yokluğundan bütün geceyi uykusuz geçirsen de 600 yıllık tarihi bir binada veya sevdiğin insanlarla birlikte olmanın doygunluğuyla mutlu kalkabiliyorsun…

Haftalarca ortak kader mahkumu olarak komün hayatı yaşamanın, alberguelerde konaklamanın yol açtığı şöyle şöyle, Camino’ya özgü muhabbetler oldu sonra:

“Yarın yeni çorap giyeceğim!”

“?!”

“Hay Allah, deodoranımı çalmışlar – gerçi ne fark eder ki?!”

“Olur mu, deodoransız saat 3’te kokacağına 12’de kokarsın…”

“Off bu sinekler ağzıma giriyor!”

“Bence çare şu: Sen onları ye, yenileri gelene kadar rahat edersin.”

“Hay Allah, kaç gündür dişimi fırçalayamıyorum…”

“Wtf?!”

“Yatarak duş aldım…”

“Duşta küvet yok ki?!” 

“Ben yine de yattım, ayakta duramadım…”

“Aa, tam üç çift çorabım var!”

“İyiymiş, benim bir buçuk var ama idare ederim…”

“Yaşasın, bavulda bir temiz tişört buldum, hem de hiç giyilmemiş!”

(Bir albergue sabahı) “My neighbor was Mexican boxer Chico Sanchez, he snored like a dinasaur…”

Camino Frances’teki değişimler

Camino Frances ne kadar değişmiş, çaylak yoldaşlarım da olması vesilesiyle daha eski zamanları hatırlayarak bu değişimi fark ettim keskin bir şekilde. Aslında az da değil, on iki yıl olmuş ben başlayalı, dünya bile değişti! Bir kere yemek saatleri, ilk zamanlarda hiçbir yerde erken saatte yemek bulamıyor, İspanyolların yemek saati olan (en erken!) 20.30’a kadar bekliyorduk mecburen. Şimdi her yerde yemek biz pestillere uygun şekilde erken saatte; seçenekler de bize göre hem. Kahvaltının bir numaralı seçeneği tortilla de patatas şimdiye kadar seçenekli olurdu: sade, biberli, peynir ve jambonlu, hatta karışık sebzeli. Bu sefer nedense (maalesef) sadesi vardı her yerde. Hafif ılık, içinden peynir akan, yanında çıtır bir ekmek parçasıyla gelen kalın bir peynirli jambonlu tortilla de patatas yemeyen için bunun önemini anlamak zor tabii, kabul ediyorum…

Yollar, yani tam olarak yolların geçtiği noktalar, epey bir değişmiş: Heyecanla beklediğim 2000 yıllık taş Roma yolundan da yürümedik, lüks tenis kulübünden geçip bir havalı kahve de içemedik misal. Hatta bir bahçe ile yol inşaatı arasında acayip bir yerde kalmış bir Camino yol işareti dahi gördük – demek bizdeki kadar olmasa da orda da yeni yerleşimler, yeni kent düzenlemeleri oluyor rotanın ayarlanmasını gerektiren. Beni en çok şaşırtan değişim ise şu oldu: Yoldaki beton Camino işaretlerinin üstlerinde taşlar dizilirdi, yani peregrinolar geçerken ufak birer taş bırakırlardı ve çok uzun zaman, bütün beton işaretlerin üstleri bu taşlarla doluydu. Bu sefer: hiç! Böyle gelenek olarak, ritüel olarak kabul edip bağrıma bastığım şeylerin silinip yok olması beni sarstığından, yine de her fırsatta birer taş bırakarak geri getirmeye çaba gösterdim bu adeti.

Her neyse, önceki seferlerin anılarını bir kenara bırakıp bu yürüyüşe gelelim: What the f**k, what’s wrong with you man, very big cat you, it’s the football that’s the football, mojitos are hand-made, it’s Galician it’s the best, what’s your name my friend, gibi ifadelerin aramızdaki çağrışımlarını anlatmak zor, onlar son gece Santiago lokantasında gülmekten yerde yuvarlanan “beş benzemez” peregrino ekibinin özel anıları olarak kalsın… Bir yürüyüş gününün ortasında nehre giren, sonra donunu çıkartıp güneşte asarak kurutan, başka bir gün bir barda nihayet bir masa bulup oturduğumuzda önceki müşteriden kalmış şarap şişesini kafaya diken, veya yanımızdaki masadan kalkanların bıraktığı kroketlerden birer birer alıp bize de ikram eden, birden fazla defa da eline kaşığını alarak yan masaya, “Tatlınızı tadabilir miyim?” diye giden arkadaşımız ile diğer benzer anıları da bize kalsın. Doğrusu, bu kadar meşakkatli koşullar altında böyle hafif çatlak bir yoldaşımız olması hepimize iyi geldi genel olarak.

Bir günün hikayesi…

Meşakkatli koşullar neydi derseniz… Sabahları 7:30 civarı alacakaranlıkta yürüyüşe başlama, bunun için 7 gibi kalkma, ama çoğunluk alberguelerde kaldığımızdan ahalinin 5 gibi kalkmasıyla iki saat kadar daha uyuma mücadelesi verme, zaten geceleri toplu uyumanın getirdiği ses, koku, sıcak, sarsıntı vb etkenlerle kısıtlı uyuma, yine de sabahları güler yüzle ve enerjiyle yataktan kalkma, sopa, şapka, bagaj tranfer parası, vb şeylerin unutulup toparlanması, iki saat kadar yürüyüşten sonra uygun bir köyün bir kafesinde kahvaltı molası ve gerinmeler, genelde bir iki saatte bir kafeli veya kafesiz ama mutlaka gerinmeli molalar, havaya göre sarınma, soyunma, kremlenme, şal ıslatıp serinleme, şapka gözlük takma ve çıkarma, yoldaşlarla ne kadar yol kaldığı ve kaçta varılacağı üzerine pazarlıklar yapma, tırmanmalara, daha çok da sert inişlere, hele de taşlı yollara ortak söylenme, ara ara diğer peregrinolarla söyleşme, ara ara kulaklıkla müzik dinleme, tarlaları, içinden geçilen şehir ve köy ve mezraları, ormanları ve dereleri, İspanyol taşra ve kır hayatını gözlemleme…

Sonra, saat vakit geldiğinde -kısa yürüyüş günlerinde 14-15.00 civarında, zorlu günlerde 17-17.30 civarında- varılacak yeri görenin “Kara göründü!” diye zafer çığlığı atması ile kalınacak yerin tabelasını arama (çoğunluk alberguelerde kalmamıza rağmen, birkaç günde bir uykumuzu ve bavulumuzu ve kendimizi toparlamak için özel odalar tuttuk), orayı bulmanın zaferinin ardından transfer edilen bagajları orada bulmanın zaferi, kayıt olduktan sonra verilen yataklara yerleşip bir bagaj köşesi şavullama, ortak duş ve tuvalet ve giyinme alanlarını çözümleme, sonra duşa girip sıcak su hala varsa günün en derin dinlenmesini yaşama (Erzurumlu’yu anarak)…

Bir miktar yatay düzlemde kalarak dinlenmenin ve kanabis kremlerini sürüp gevşeme ilaçlarını almanın ardından, bir gün birimizden çıkan beklenmedik fikir ile Camino günlerimize giren kağıt oynama! Yemek saatine kadar 3-5-8. Sonra gözümüze kestirdiğimiz veya rezervasyon yaptırdığımız barda uygun bir yemek (bizim ekip bilinçli bir şekilde gündüz karbonhidrat, akşam protein takviyesi ile sağlıklı işlev gösterdi), güzel bir şarap veya bir sürahi sangria eşliğinde. Arasında ertesi günün rotası, kalınacak yerleri, gündüz mola seçeneklerinin vb belirlenmesi, eczane, market, vb yerlerin açılma saatleri denkleştirilerek ihtiyaçların alınması, yaraların ve sakatlıkların bakılması, dizlere buzlar konması, su toplamaların sularının sıkılması, bandajların değişmesi ve masajlar yapılması.

Bu günlük rutinlerin arasında her zaman bir “twist”ler de var tabii: Bir otel-albergue resepsiyonunda gıcık bir hospitalera ile “özel oda rezervasyonumuz mu var yatakhanede yatak mı” çekişmesi yaşamak; ordaki masada bulduğum Danca Simyacı’yı bir işaret olarak alıp bavuluma ve koleksiyonuma katmam; başka bir alberguede bir iki saat boyunca bagajımız gelecek mi yoksa kayıp mı oldu endişesi yaşamamız; zaten hiç kanımın kaynamadığı Ponferrada çıkışında yolu kaybedip, üç yerli kişinin farklı göstermeleri sonucu daha uzun ve tatsız bir yoldan birkaç saat yürüyerek zar zor tekrar Camino’ya ve peregrino kardeşlerimize ulaşmamız; en sevdiğim köylerden Foncebadon’un restore edilip sempatik kafelerle dolmuş yeni haline girerken Coelho’nun şeytani kara köpek ile oradaki mücadelesini yol arkadaşlarıma anlatmam; yine bayıldığım izole dağ köyleri kategorisinden Rabanal del Camino’daki gecemizde karşılaştığımız tuhaf, gizemli manzara… Daha önce Benedictine manastırının ufacık şapelindeki hacı töreniyle beni büyüleyen köy, bu kez de farklı bir şekilde aklımıza kazındı: Manastırın taş binasının yanından geçerken duyduğumuz müthiş güzel ilahiler, kapalı ufak pencerenin kenarında bir delik bularak sesin kaynağını aramamız, gizemli bir akşam yemeği sofrasında ruhani ve sıradan insanların birlikte oturup bir yere bakıyor, bir anma yapıyor gibi halleri ve az sonra hepsinin şapeldeki hacı töreninde belirmesi…

Ekim ilerledikçe giderek kararan sabahlar, karanlıkta ücra köy sokaklarında aranan sarı oklar, yürürken önümüzde batan dolunayla arkamızda doğan güneşi görmek, ilk günlerdeki dümdüz tahıl tarlalarının aralarında dümdüz ilerleyen toprak patikaların ardından Leon itibarıyla dağlar tepeler yeşillikler ve ormanların başlaması, yağmuru bekleyen ama bir türlü yağmayan günler, yürürken bitmeyen sinek savaşları, tahtakurusu mu tuhaf bir alerji mi olduğu anlaşılmayan kaşıntılı durumlar, sürekli aramızda dönen bir “kanabis kremi / antienflamatuar / grip ilacı / kaşıntı kremi / güneş kremi / vs vs” çarkı… Her barda peregrino karnemize basılan damgaları sığdırma telaşları, her sabah valizlerimize sığma telaşları, her gün bagaj transferi için doğru bozuk parayı toparlayıp zarfı yazma telaşları ve her köye varışta bagaj transferimiz sağ salim gerçekleşti mi telaşları…

Haritalar, rotalar, mola yerleri, kilometreler, saatler ve hesaplar. İspanyol taşrasının harika sade yemekleri, dev tortilla de patatalar, dev kekler, dev ekmekler. Bütün o meydanlar ve meydancıklar, peregrino heykelleri ve azizler ve kiliseler, şapeller, katedraller, misyonerler. Diz, ayak tabanı, ayak bileği, ayak parmağı ve sair sakatlanmalar. Bol gerinmeli sık molalar, masa üstü ve ayakta güvercin pozları, güneş yanıkları. Sonlara doğru nihayet kremlerin, ağrıların, buzların, bandajların, bitkinliklerin ve yanıkların giderek gündemden düşmesi sonra. Son üç güne kadar azimle taşıdığımız, ama nihayet sağnak yağmurlar bastırdığında her biri ya yırtılan ya su geçiren şahane yağmur kıyafetlerimiz! 

Gün boyu yol kenarlarındaki ağaçlardan ve çalılardan tırtıkladığımız elmalar ve armutlar, ancak benim görebildiğim böğürtlenler, salkım salkım asılı üzümler, tek tük incirler, yerlerde bulduğumuz cevizler, hele de kestaneler! Nasıl daha önce dikkat etmemişim buraların bu kadar kestane cenneti olduğuna. Bir kez daha 30 kilometrelik yolla tırmanılan Galiçya girişi ve O Cebreiro zaferinin coşkusu, Coelho’nun kılıcını bulduğu ufak kilisede bir kez daha buraya varmayı kutladığım peregrino töreni, kutsanma ve rahibin her birimize üstü sarı oklu taşlar dağıtması. Taze peregrinolarımızı -az değil- en zor noktaya, O Cebreiro’ya ulaşmalarından ötürü canı gönülden kutladığım, ahtapotlu şaraplı -ve yan masadan tırtıklanan tatlılı!- yemeğimiz. Yanımızdan akan nehirler ve yollar, meşeler kestaneler kavaklar ve çamlar, yağmurda şahane kokan okaliptüsler, ince kesim kara taştan çatılar, dev kestane kökleri…

Tatlı kafeler ve kafekonleçeler, tuvalet kuyrukları, wifi parolaları peşinde koşmalar, yön ve yol sormalar. Bir mezrada tam biz geçerken bahçesinden ve yaşlı annesinden kopup kaçarak peşimizden gelen, Haytacan lakabını taktığımız dev köpek Johnny, her yerde insanları hiç umursamadan gezinen kediler köpekler atlar ve hatta yol kenarındaki ölü porsuk. Sangrialar, cin tonikler, şarap, cerveza ve Crema de Orujo. Genç kızımız Poppi’nin çeşitli komik hikayeleri, makinalı tüfek gibi konuşan Miguel’in benden yediği fırçalar, Oscar’la Rıza’nın yarım saatlik WC macerası. Bizi iteleyip söylenerek geçen gıcık bisikletçiler, yol kenarlarında jet hızıyla hacet gidermeler, Meltem’in Heidi şarkısından sonra bir de dillere takılan Tekila şarkısıyla yürümeler… Ayak tabanlarımın her şeye rağmen son günlerdeki isyanını yazmadım daha, sabah yataktan inerken üstlerine yük binmesine tamamen karşı çıktıklarını; gün sonunda varacağımız şehir göründüğünde botlarımı çıkarıp 5-10 dakika çorapla yürüyerek ferahladığımı ve taban masajı yaptığımı; bunu kapalı bulduğumuz ama yine de botlarımızı çıkarıp dinlendiğimiz kafenin önünden açık olan kafeye çıplak ayak yürüyerek giden yol arkadaşımdan kaptığımı, ne de iyi yaptığımı…

Santiago’ya kavuşma

Son olarak son günümüzü, yaklaşık 500 kilometrelik yürüyüşün sonunda Santiago de Compostela’ya varışımızı yazmak istiyorum, benim için nerdeyse büyülü bir akışı olan o tatlı günü kayda geçirmek, o coşkuyu hep anımsamak için. 

Son “Xunta Albergue”miz güzeldi, doğruya doğru. Biz zaten beşimiz birlikte bir alan kapatmıştık, hatta ben ve Rıza ranza değil düz yataklar bile kapabilmiştik. Henüz komşularımızı bilmediğimizden pek mutluyduk bu yataklarla. Bu arada “Xunta Albergue”ler Galiçya hükümetinin girişimleriydi ve hepsi birbirinden güzeldi: Portomarin, Ribadiso, O Pedrouzo. Gece tabii ki uzun süren yemeğimizden sonra yatmaya geldiğimizde albergue kapısını tabii ki kilitli bulmuş, birilerini camlardan çağırarak rica minnet açtırmıştık. Daha eğlencelisi ise herkesin uyuduğu karanlık yatakhaneye girdiğimizde, Rıza ve benim yanımızdaki yatakta bütün odayı sarsarak horlayan bir dinozor yatıyor olmasıydı! 

Topluluk uyumasına yeterince alışan ben deliksiz uyumuşum ama sabah Rıza’nın söylenmeleriyle kalktım. Her neyse, bizim tarafa biraz işkilli bakışlar attı atmasına ama Chico Sanchez bize dayak atmadan sağ salim gitti. Biz el alışkanlığıyla karanlıkta her zamanki gibi valizlerimizden az kokan yürüyüş kostümlerimizi(!) ayırt etmeye çalışırken bir baktık, Bask arkadaşımız Oscar son gün şerefine şahane bir özel kıyafet giyiyor: Beyaz balıkçı pantalonu, babasından kalma bir mavi gömlek, kırmızılı mavili fular ve mavi yün Bask beresi.

Son alberguemizden böyle süslü halde çıkıp, son köyümüzün horoz heykelinin önünde güzel bir pozumuzu da verdikten sonra son yürüyüşümüze başladık. Günümüz sadece 20 kilometre ama yağmurlu! Yağmur bir süre sonra başlayınca kıyafetler sırayla dönüştü, ceketler, yağmur şapkaları, beyaz pantalonun üstüne geçirilen yağmur pantalonu, yırtılıp tutturulan pançolarla yarışan su geçirir pançolar, şemsiye mücadeleleri… Yağmur biraz arttı biraz azaldı, biz beşimiz biraz ayrı biraz birlikte yürüdük derken tam yağmurun azdığı bir yerde karşımıza çıkan kafeye daldık ortak içgüdüyle. 

Biri içecekleri almaya içeri girdi, diğerleri yanımızda biriken kahvaltı azıklarını sofraya dizdi: Krem peynir, guacamole, kraker ve önceki günkü yemeklerden toplanmış güzel ekmeklerle kahvaltı kafemiz şenlendi. Islak ve uykusuz olmamız ve epey daha yolumuz olması ve mutlaka daha da ıslanacak olmamız -nasıl bir grup idiysek?!- bir tek kahkahayı bile kısıtlamadı. Bilakis, 20 gün yanımızda taşıdığımız ve gerekli olduğu 21. günde işe yaramayan pançolarla falan epey eğlendik! 

Baktık yağmurun pes etmeye niyeti yok, kafede oturmanın da sonu yok, bismillah deyip ıslaklarımızı giyerek tekrar yola koyulduk… Yeterince yol aldıktan sonra tekrar içimizden biri ötekilere dönüp, “Coffee break?” dedi, tekrar anında oybirliği sağlandı, bu sefer başka birimiz içeri girerek siparişlerimizi aldı. Tuvalet sırası, hediyelik bakma, toparlanıp yola koyulma, her şey senkronize bir şekilde akıp gitti gün boyu… Santiago şehir sınırlarından girdiğimizde de öyle: Meydana, katedrale varınca çok işimiz olacak, öncesinde bir şeyler yiyelim mi? Tabii x 5. Şu restoran güzel görünüyor? Harika x 5. Sangria içenler? 5. Ortaya bir şeyler söylüyorum? Söyle x 5.

Doğrusu sofraya ne geldiğini hatırlamıyorum bile, güldük, paylaştık, yedik, nihayet Santiago’daydık işte, hafiften bir uçuyorduk sanki, alkolle hiç alakası olmayan bir sarhoşluk, samimiyetin, neşenin, her şeyin üstesinden gelmenin verdiği bir ayakları yere basmama hali. Bir süre sonra şehrin dar taş Ortaçağ sokaklarına varmıştık, ahşap batonlarımız, Bask beremiz, işe yaramaz pançolarımızla, sokakları dolduran gayda sesleri arasında, videolarla, timelapse’lerle ve kulaktan kulağa gülümsemelerle Santiago de Compostela’nın Praza Obradoiro’suna, Santiago Katedrali’ne vardık… 

Bitmeyen kutlamalar ve kutsamalar

Bir koşu peregrino ofisine gittik, yolda oyalanıp geç de kalmıştık oysa, kuyruklar, numaralar, beklemeler beklerken, nasıl olduysa her şey tıkırında yuvarlandı ve on beş dakika sonra hepimiz resmi Compostela’larımızı elimizde tutuyorduk. Ve aynı coşkuyla hemen meydana duhul olarak fotoğraf seanslarımıza başladık: Herkes herkesi, herkes kendini, herkes katedrali çekmeye başlamıştı ki iki beyimiz soyunarak öğlen yemeğinde yarım saat tuvalete kapandıklarında ne yaptıklarını ortaya koydular: vücut çıkartmaları! Nerden çıktıysa Galli arkadaşımız Miguel çıkageldi sonra, bir tur da onunla kucaklaşılıp tebrikleşildi.

Epey bir sonra artık birbirimizi itekledik, hadi artık otellerimize dağılalım, dinlenip katedralde kutsanmaya gideceğiz, sonra da birlikte son akşam yemeğimizi yiyecek yer bulacağız, diye… Miguel memleketi olan ve ahtapotuyla meşhur Melide’de bize ahtapotlu koca bir masa donatıp hesap ödetmemişti iki gün önce (bir İspanyol’dan hem de o hafta tanıştığı altı kişiye yemek ısmarlama gibi cömert bir hareketi de kolay kolay göremezsiniz! “Burda sizin paranız geçmez” dedi resmen, işin fenası restoranda herkes ahbabı olduğundan haklıydı da, kimse bizden zırnık almazdı), biz de onu son akşam yemeğine davet etmiştik o zamandan.

Uçuş uçuş hallerimizle, Santiago zaferimizi taçlandırmak üzere seçtiğimiz tarihi ve lüks Parador otelimize yerleştik. Günlük yürüyüşümüz kısaydı ya, hesapta erken giriş yaparız diye mesaj bile atmıştım otele, ama oynaşıp eğleşmekten otele girdiğimiz saat olmuş 17.00! Temizlenip giyindik, dinlenecek zaman kalmamıştı tabii, ama ne gam… Yüzlerce peregrino kardeşimizle, yüzlerce kilometreyi tepip gelenlerle birlikte katedrali doldurduk, ışıltılar, çanlar, kutlu sözler arasında kendimizi ve birbirimizi tebrik ettik… Yeterince kutsandığımıza karar verip tek tek dışarı süzüldüğümüzde -koca katedralin kırk kapısından nasıl hepimiz o kapıyı denk getirdik?!- grubun kalanı ordaydı, sonrası yine binlerce yılın enerjisini taşıyan taş sokaklar, o bar bu bodega, başka bir zaman burun kıvıracağımız arka salonun köşe masası…

Deniz mahsulleri, şaraplar, fazla soru sorulmadan gelen ve giden tabaklar ve şişeler, havalarda kadehler, What’s your name my friend? Lorenzo. Lorenzo, you are my man, can you bring us some titties cheese? Yan masalardan, yan salonlardan gelen uyarılar, yine de çok, çok gülmeler. Neye, zerre kadar fikrim yok şu an. Biraz bizi pek anlamamasına rağmen uyum sağlamaya çalışan Miguel’ciğe ve Poppi’nin ona verdiği garsonluk eğitimine güldük, biraz Poppi’nin barda rahatsız edenlere karşı itici taktiğine, başka ne olabilir? Restoranda tüketilebilecek her şeyi tükettikten sonra maalesef kalkmak, ayrılmak, geceyi sonlandırmak gerekti… 

Ortak ülkü, ortak sefalet

Kendi başıma, kendi kafamın içinde kalabildiğim kısıtlı zamanda düşündüm daha sonra: Böyle bir yerde, bu şekilde ancak ergenlerin eğlenebileceğini sanırdım! Kimse kimseyi duymadan, sınırsız bir gürültü içinde, yerlere yuvarlanarak gülmeler, içkinin hiçbir hesabı yapılmadan ama hiçbir sınırı da aşılmadan, garsonlarla, müşterilerle, hele birbirimizle yüzde yüz samimiyetle… Bu kader ortaklığını kafamda çevirirken bir ampul yandı şaşkınlıkla: Tek biz değiliz ki bunu yaşayan! Yatakhanelerde sefalet içinde ve bilumum sesler arasında, yorgunluktan perişan uyumaya siftinirken, ranzaya tırmanmaya veya uyku tulumuna sığmaya çalışırken, stratejik uğraşlarla duş alıp diş fırçalamaya debelenirken çocuklar gibi şen olan… Çoğunluk daha konforlu konaklama olanağına sahip, o halde neden bunu seçiyoruz? Sanki herkes de o birlikte uyumanın, komünal hayatın, çocuksu umursamazlığın, gülme krizlerinin ve diğerlerinin en derin yaşamlarına tanıklık etmenin keyfi için orda! Ve her türlü aksiliğe rağmen kimse somurtarak kalkmıyor yataktan, kimsenin sesi yükselmiyor, kimse olumsuz bir titreşim yaymıyor… Ortak ülkü peşindeki ortak sefaletimiz bizi ne olursa olsun birbirimize bağlıyor sanki. 

İşte bir kez daha bitti Camino, insan ruhunun gücünü, bedenin direncini göstererek, insanevladına gerçek doğasıyla bağını anımsatarak. Bir kez daha dostluğun ve kardeşliğin perçinlenmesine, esas olanın suretlerden ayırt edilmesine, esas olana gerçek değerinin biçilmesine vesile oldu. Evrene neşe, sevgi, dayanışma, bütünlük, inanç, saygı enerjisi kattı bol bol. Bir kez daha, ne iyi yaptım da yürüdüm dedirtti. Benim için gelmiş geçmiş en uzun, en keyifli, en esnek, en sosyal ve eğlenceli Camino oldu.

Dönerken uçakta da karşımıza bir Camino filmi çıktı: “Bıraktığın taş, kurtulmak istediğin yükü temsil eder,” dedi peregrino… Bak bunu hiç düşünmemiştim! Biz şimdi kim bilir nelerden kurtulduk, farkına vararak veya varmadan? Hatırlıyor muyuz, yola çıkarken nasıldık, şimdi nasılız, neyimiz fazla neyimiz eksik? Kim bilir gelecek günler bize ne hafif veya ne derin değişimler gösterecek? Kim bilir bir daha bu yollara düşecek miyiz, veya ne zaman? Kim bilir düşsek bile aynı yollardan geçebilecek miyiz?

Sağ ol var ol Camino, iyi ki varsın.

(Ekim 2023)

Kategori:Adım Adım - Mi Camino