İçeriğe geç

Moğolistan: Macera başlasın!

Uçak Ulan Batur’a doğru alçalmaya başlarken pencereden bakıp şaşkınlıkla şu sözleri mırıldanıyorum: Aa, tam fotoğraflardaki gibi! Ve nitekim bu cümle gezinin geri kalanında da hep dilimin ucunda olacakmış meğer… 

Boşluk, dağ, tepe, kar, kıvrılan bir akarsu, biraz daha boşluk, sonra… Boşluk. İlk andan bir boşlukta kaldım: Boşluğu fotoğraflamak, dedim, nasıl olacak ki?! Biliyorsunuz artık biz gezginlerin asli görevi fotoğraf çekmek ve paylaşmak, her birimiz birer fotoğraf sanatçısıymışız edasında… Ne yapayım, böyle zorlu bir coğrafyada belki bu asli görevimi(!) profesyonellere bırakırım ben de.

Uçakta izlediğim Kırgız filmi Şambala da beni biraz buralara, bu zorlu coğrafyaya hazırladı. Yine de tepeden görünen manzara, tuhafla komik arası geliyor kalabalık modern dünyadan gelene: Yemyeşil boşluğun ortasında beyaz bir sürü nokta, yanlarında daha büyük, daha beyaz bir iki nokta: Gerler ve etraflarında koyun sürüleri. Toprak arazide sıra sıra uzayan, dönen veya kesişen teker izleri: Yollar. Moğolistan’da köy ve yol kavramlarının olmadığını okumuştum. Moğollar hayvanlarıyla o koca ülkede şu bayır senin, bu ova benim yayılıp duruyorlar, gerlerini toplayıp toplayıp kurarak… 

Hayatta bu kadar kırsal bir havaalanına inmemiş olabiliriz – en azından bu kadar kırsal bir başkent havaalanına. Bina görmeden, apartman, otoyol, site, AVM görmeden bir havaalanına inilir mi yahu?! İşte Moğolistan farkı. Ve bir de: Havaalanındaki pasaport polisleri güler yüzlü, tatlı, selamlaşıyor ve şakalaşıyorlar! İşte, diyorum, yaşasın, ben böyle, insanı güzel olan ülkeleri seviyorum.

Çoğunluğu Budist olan ve Tibet Budizmini takip eden ülkenin (geri kalanın çoğu da inançsız olarak sınıflanıyormuş, öyle diyor Vikipedi) başkentindeki manastırlardan birini geziyoruz ayağımızın tozuyla, ardından ülkenin çok önemli karakterlerinden Zanabazar’ın Güzel Sanatlar Müzesi’ni. Zanabazar ülkenin yakın geçmişine damgasını vurmuş dini, ruhani, siyasi lider ve sanatçı. Moğolistan’da her görselde bulunan, bayrağın da ana sembolü olan “soyombo” Zanabazar’ın eseriymiş, Moğolların inandıkları her şeyi sembolize ediyor soyombo: ateş, ay, güneş, eril ve dişil, birlik, vs vs. 

Budizmin birçok kıyısından ve kenarından bir şeyler karşımıza hep çıkmıştır biz spiritüalistlerin, ama ilk kez böyle nerdeyse resmi dini Budizm olan bir ülkedeyim… Hep marjinal görülürken şimdi değerlerimizin ana akım olması ilginç. Buda’nın uyardığı beş kötü huy konuşuluyor, çeşit çeşit “bodisatva”lar (Beyaz Tara, Yeşil Tara, ikisi de bağdaş kuruyor ama birinin sağ ayağı hep aşağıda yani hep yardıma koşmaya hazır), yılın iki ekinoksunda Moğol şamanların kötü ruhları kovma seremonisi yaptıkları, şubatta kutlanan en büyük bayramda tüm Moğolların yeni yaşlarına girmiş sayıldığı, Tibet Budizmini geçmişlerinden gelen animist ve Şamanist ögelerle birleştirdikleri…

Daha daha neler öğreniyorum, Orta Asya gezilerime başladığımdan bu yana merak ettiğim veya yarım yamalak bilgi sahibi olduğum konularda: Kaya resimlerinin amacı, muhtemelen öncelikle hayvanların ruhuna hitap etmek ve onlara etki etmekmiş: Ki bol olsunlar ve onlara bağımlı olan insan onları yakalayabilsin, avlayabilsin, onları kullanabilsin, onlarla yaşamını sürdürebilsin. Av sahneleri çizerek insan avının ruhundan izin istiyor, onu avlayabilmek için ruhuyla iletişim kuruyor (büyü de diyebilirsiniz).

Geyiktaşlar da ilaha, tapınılana hitaben, geyik üresin, bollaşsın diye adak niyetine hazırlanan taşlar; zaman içinde mezartaşı gibi evrilmiş. Balballar ise ruh aileden, sevdiklerinden uzaklaşmasın, giderse ait olduğu yere geri dönebilsin diye ölenlerin başına dikilmeye başlanmış, mezar taşının bir açıklaması da bu. Mezarlar, rüyalar, ata ruhu kültü, ataların deneyiminden yararlanmak… İşte bunlar Moğolistan topraklarındaki atalarımızın yaşamını tasvir eden ipuçları. İstilacılar hep mezarları dağıtmış o dönemlerde: Ele geçirmek istedikleri topraklardaki insanların atalarıyla bağlarını kesmek için. Atalar kültünde istila etmek için bu ilk gereken şey.

“Buradan gidersen yok olacaksın!” Çocukluğumuzun en etkili tarih derslerinden biri değil mi Orhun Yazıtları, Tonyukuk yazıtları? İşte o yazıtların da en etkili derslerinden biri, Türk ulusuna hitaben yazılmış bu uyarı. Ulan Batur ve çevresindeki bölge genel olarak Ötüken olarak anılıyor ve işte bu meşhur yazıtlardan bir kısmı Ötüken’de yer alıyor. Diğerlerine ise biz dört çekerlerimize atlayıp yüzlerce kilometre yol teperek gideceğiz elbette, buralara kadar gelmişken Bilge Kağan Yazıtı’nı, Kül Tigin Anıtı’nı görmeden olur mu… Kül Tigin yazıtı ilk defa Türk kelimesinin yazılı olduğu yer; bize Türk denmesinin sebebi bu yazıt!

Shalav adlı sanatçının “Moğolistan’da bir gün” tablo serisi, ilk gördüğümde çok da bana hitap etmeyen bir tarz; hiç ısınamadığım Osmanlı minyatürlerini hatırlatıyor sanırım bana. Fakat birkaç tanesine ayrıntılarıyla bakıp içlerinde teker teker gerçek Moğol yaşamının sevimli sahnelerini yakaladıkça insanın kanı kaynıyor bu tablolara ve bu stile. Neyse ki sadece müzelerde değil, çeşitli yerlerde karşımıza bu seri veya benzerleri çıkıyor gezi boyunca, hediyelik eşyalar arasında dahi. Hepsinde Moğolların hayvanlarla ne kadar bütün bir hayat yaşadıkları görülebiliyor.

Beslemek, yemek, kullanmak kadar ruhsal olarak da hayvanlar yaşamlarının parçası. Misal, dağ keçisi gördüklerinde durup dilek tutuyorlar: Keçi tırmanarak dileği yukarı, tengriye ulaştırıyor çünkü! Geyik kutsal, resimlerde, heykellerde hep geyikler, kocaman boynuzları, gücün, doğurganlığın sembolü. Kurt aynı şekilde, özel hayvanlarından biri Moğolların. Tapınaklarda, kutsal mekanlarda “yön koruyucular” var, renkleri ak, kara, kırmızı, mavi. Bilin bakalım ak ve kara renkleri hangi yönlere ait? Bizim coğrafyamıza bakarak düşünmeniz için biraz mühlet veriyorum… Yön koruyucuları anlatayım o arada, bizi dört yönden -kuzey, güney, doğu, batı- gelecek kötülüklerden koruyorlar ve dört yönden gelenlerin üstündeki kötülükleri temizliyorlar. Evet az önceki sorunun yanıtı geliyor: Karadeniz neden kara? Akdeniz neden ak? Çünkü Türk kültüründe mi demeli Türkçede mi, ak güney demek (aydınlık yön ya güney), kara kuzey demek, karanlık yön.

“Senbenoo!” Bu güzel Moğolca kelimeyle selamlaşıyoruz güler yüzlü, turizme sıcak bakan, yardımcı olma niyetiyle iletişim kuran Moğollarla. (Özellikle Rusya ve cumhuriyetlerine gidenler, buradaki öteki seçeneği maalesef iyi bilir.) Başkentte her şey medeni görünüyor, restoranlar, trafik, çeşit çeşit oteller, hepsi herhangi bir büyük şehir gibi. Kadınlar aktif, sağlam, hayatın içinde. Herhangi bir giyim kısıtlaması yok kültürel olarak. Ve nasıl temiz, nasıl temiz bir ülke, on gün boyunca tek bir yerde bir çöp görmedik ve tek bir pis koku almadık – bu işte animizmin, Şamanizmin, doğa kültünün etkisi, ki Altay’da da (tuvaletler hariç!) aynı şekilde her adım pırıl pırıldır, hiç kimse doğayı kirletmek gibi bir saygısızlığı göze alamaz.

Mutfaklarında tatlı bulunmayan Moğollar bizim gibi Batılı turistler için kendilerini zorluyorlar, birçok yerde tiramisu ve cheesecake gibi tatlıların Moğol versiyonları sunuluyor. Onun dışında da yemeklerinde çok çarpıcı bir fark yok: Sırayla ufak bir salata (çok kıymetli: yeşil olan her şey çok az ve çok zor bulunuyor!), bir çorba, bir et yemeği. Çok dört dörtlük restoran olmayan yerlerde ise Orta Asya yemekleri var diyebiliriz, iri mantılar, haşlama et yemekleri, vb. Ha, kahvaltı başka bir konu: O bir türlü gönlümüze göre olamıyor! Eh bu konuda diğer dünya halklarıyla da anlaşamıyoruz zaten, canım ülkemin serpme kahvaltısının gözünü seveyim…

Öte yandan, diğer Asya ülkelerinin aksine, içkiler ve özellikle Moğol votkaları son derece iyi, ithal de olsa şaraplar gayet bol ve kaliteli ve makul fiyatlı, içki içenlerle ilgili bir önyargı da yok hatta… Yine de bir alkol sorunları varmış meğersem ülke olarak, alkol suiistimali yaygınmış. Bunu da bir sabah erken saatte çöle gitmek üzere Ulan Batur’daki otelimizden çıkıp yola düştüğümüzde rutin alkol kontrolüne denk gelerek öğrendik! 

Moğolistan’ın nesi meşhur? Mangalı (Mongolian barbecue), kaşmiri, folkloru. Kaselerimize açık büfeden çiğ sebze ve etleri, makarna ve aksesuvarları doldurup yanına da soslarımızı alıyoruz, şef alıp her bir kaseyi ayrı ayrı ortadaki kocaman tandıra atıyor, dev çubuklarla karıştırarak herkesin tam kendi isteğine göre karışımlarını oluşturup kasesini eline tutuşturuyor. Bayıldığım bu yemekten sonra da folklor gösterisi: Her bir yörelerinin, boylarının, dönemlerinin özel kıyafetlerini, müziklerini, danslarını hayranlıkla izliyoruz. 

Moğolistan’ın başkenti, bütün yıl boyunca iple çekilen Naadam Festivali nedeniyle bayağı kalabalık. Hatta yerliler festivalde şehirden kaçarlarmış, heyecanla bu günleri bekleyen taşralılar doldururmuş Ulan Batur’u. Bunun hoş yanı, sokaklarda (evet yine tam fotoğraflardaki gibi) yerel tipik kıyafetlerle gezen bir sürü aileler, boy boy renk renk insanlar görebilmemiz. Moğollar kadar dünyanın her yanından turistler de bekliyor tabii bu festivali, onlar da hem kalabalığa hem renkliliğe katkıda bulunuyorlar. Tabii trafiğe, kuyruklara, gürültüye ve benzer zorluklara da. (Biz de onlardanız elbette, o yüzden susuyoruz.)

At, at, at… Hayatlarının temel taşlarından biri at. Müziklerinde dahi hep bir at ezgisi, at temposu var, kültürlerinin her boyutunda. Ata binmeyi biliyor musun diye sormak, yürümeyi biliyor musun gibi bir şey. Atsız bir hayat yaşamaları o coğrafyada mümkün değil ki! Gerçi şimdilerde hayvan sürülerini motosikletlerle güdenler falan var ama… Kendi aralarındaki trafik esprisini de paylaşmak gerek: Ulan Batur’da trafik neden kilitli? Moğollar attan inip otomobile binmişler de ondan! Bu gerçeklik payı da tabii yüksek olan dokundurmaya rağmen, ben trafiği ve kurallara uymayı o kadar da feci bulmadım doğrusu, çok daha fenalarını yaşamışlığım var. 

11 temmuz sabahı, yani bir yıldır beklenen o meş’um gün, Ulan Batur’un Sukbatar meydanında, Naadam Festivali açılış törenini izlemek için kendimize yer buluyoruz… Birden silkinip kendime, aman tanrım diyorum, Ulan Batur’dayım, Moğolistan’da! Hiçbir zaman olamayacağımı düşündüğüm yerlerden birinde daha. Moğol rehberimiz Amra bize “Uuhee!” diye bağırmayı öğretiyor, haydi bastır, yihhuu gibi, tören coşkusuna katılıyoruz böylece biz de. Açılış töreninden sonra geldiğimiz festival stadyumunda güreş ve okçuluk müsabakaları yapılacak, şehir dışında bir yerde ise at yarışları. 

Ama esas konu, bu stadyumdaki dev açılış gösterisi. Tribünler geleneksel Moğol kıyafetli kadınlar, erkekler, yaşlılar ve çocuklarla dolu, gururlular, bir çoğu madalyalılar, sıcağı hiç umursamadan o ağır kıyafetleriyle çok saf bir şekilde mutlular. Gösteride ise bütün ulusal hazineler dökülüyor: Danslar, kıyafetler, müzikler, atlar, oklar, hayvanlar… Benim favorim alanın iki yanında ayrı ayrı bir kısrakla bir tayını tutmaları, daha sonra ikisini iki yandan saldıklarında anneyle bebeğin birbirlerine koşmaları. Sahiplerinin omuzlarında avcı kartallar, iki at üstünde birer ayakla dörtnala giden savaşçılar, daha neler neler, bu insanların doğayla, doğanın tüm unsurlarıyla nasıl da anlaşıp yaşamını onlar sayesinde idame ettirdiğini çok güzel gösteriyor.

Ve sonra zaten, ertesi gün ülkenin tek şehir denebilecek şehrini geride bırakıp Moğol çöllerine doğru indiğimizde bunu çok daha açık olarak görebildik. Ulan Batur’dan çıkarken fabrikalar ve gerler yavaş yavaş azaldı (evet apartmanlarla, plazalarla, AVM’lerle hatta gökdelenlerle dolu şehrin dışına çıkarken hemen gerler başlıyor, ‘gerkondu’lar daha doğrusu, şehre göçmüş ama içine tam girememiş insanların yaşamı), ülkenin nadir asfalt yollarından ‘roadpay’den tek şeride, sonra da bildiğimiz toprak patikalara geçtik. Tabii bu gidişatı bildiğimizden, şehir içinde kullandığımız otobüsü bırakıp dört çeker araçlara geçmiştik. Yollarda ufak stupaların, yani Budist kutsal emanetlerinin bulunduğu mini tapınakların yanı sıra analarının altında mini taylar ve hepsi aynı tipte olan sokak köpekleri. Milli parkta adım başı karşımıza çıkan samurlar. Boşluğun ortasında kara, beyaz, kahve renklerden oluşan bir küçükbaş sürüsü. İki kara köpek, üstümüzde uçanlara ek olarak ara ara yerde otların üstüne tünemiş kocaman kartallar. Yol dediğimiz, dümdüz görünen bir boşluktaki teker izleri; bu yollarla Google Maps nasıl işler diye merak ediyorum. Neyse ki yolları bulması gereken ben değilim!

Sağda solda bir sürü ger kampı arasından Kül Tigin ve Bilge Kağan anıtlarına varıyoruz, adlarıyla büyüyen ulusun evlatları olarak tinlerine saçı yapıyoruz votkayla. Bol yağmur altında geçiyor bütün bu olaylar, bu arada, genel olarak üşüyoruz ve tabii bundan mutluyuz. TİKA’nın yaptırdığı Bilge Kağan karayolu ile bölgenin en önemli merkezlerinden, eski başkent Karakurum. Ger kampımıza kayıt olurken duyduğumuz heyecan, şahsi gerlerimizden içeri girip tam bir keçi ağılı kokusuna boğulmamızla biraz çökse de, gerimde oturup kapım açık yağmuru dinlemenin zevkini hiçbir şeye değişmem. Neticede o dümdüz görünüp aslında araçla katederken son derece engebeli ve virajlı olan Moğol yollarının acısını, keçi ağılımda yağmur seslerinin ve bir ton ağırlığındaki yorganımın altında deliksiz uyuyarak çıkarıyorum. Moğollar attan inmemekte ne kadar haklıymış!

Devletler Anıtı’nda üç bozkır devletinin tarihini öğreniyorum: Hunlar, Göktürkler ve Moğollar art arda yüzlerce yıl dünyaya hükmetmiş… atlar ve kılıçlar hakim olduğu sürece. Ne zaman ki tüfekler, mekanizmalar çıkmış meydana, o zaman bozkır devletleri üstünlüklerini yitirmiş. Müzelerden birinde de Uygurların tarihimizdeki önemini: Moğol kültür ve tarihine bakarken Uygur kültüründen de çok şey öğreniliyor. Uygurlar ilk yerleşik hayata geçen Türk boyu imiş ve bu özellikleriyle Türk kültürüne çok katkıları var.

Moğolların çok özel, tamamen kendilerine has bir geleneği var, Altaylar’da anlatmışlardı: Moğol erkekler biriyle tanıştıklarında kuşaklarından bir koku şişesi çıkarıp karşısındakine uzatıyor koklaması için, bir selam, bir dostluk emaresi. Grubumuzdan biri uzatılan şişeyi ne yapacağını bilemeyince bu sevimli bilgiyi hatırladım. Kokunun bu ulus için önemini bilmiyorum ama doğayla bağlantılı kutsalları çok. Kutsal Orhun nehri bu ulusu beslemiş, tininden izin almadan nehre girmek veya el ayak sokmak yanlış. Yüksek yerler, tepeler, geçitler ‘ovoo’larla tengriye emanet ediliyor, tengriye en yakın yerler olduğundan. Taşlardan oluşan tepecikler olan ovoolara inananlar üçer taş ekliyor, etrafında üç tur atıp her turda bir taşı tepeye atarak. Gezerken sık sık görüyoruz durup ovoo turlayan Moğolları.

Bir de gerçek bir hikaye dinliyoruz Moğol inançlarıyla ilgili: Önceki turlardan birinde, katılımcılardan biri izin almadan Orhun nehrine ayağını sokmuş. Bu daha sonra ortaya çıkınca hayıflanılmış vs. Ertesi gün çölde grup yedi araç takım halinde giderken, içinde bu kişinin olduğu araç yok olmuş. Rehberler uzun uzun aramışlar, sonunda araç ortaya çıkmış: Şoförü kendinde değil gibi, ipnotize olmuş gibi, başka bir şeyin etkisinde gibi söylenenleri dinlemeden, öteki araçları görmeden, yolcularının bağrışlarını duymadan çok iyi bildiği yolda başka bir yöne gitmiş! İşte çarpılmak böyle bir şey olsa gerek…

Moğolistan’la ilgili daha önceden duyduğum ve aklımda kalan nadir adlardan biri, Erdenezuu Manastırı. Büyük, tarihi, güzel, etkileyici. Gezerken Budizm hakkında neler neler öğreniyor, ne yeni karakterler tanıyorum: Mahakala (kafasında beş kuru kafa var, siyah yüzlü), Sri Devi (kırmızı yüzlü, hayvan üstünde), Avalokiteşvara… Kaplana kendini feda eden Budist’in hikayesinden çok etkileniyorum ama bu satırları yazarken kafamı patlatsam da tam hatırlayamıyorum… 

Erdenezuu’daki tapınaklar arasında şu an aktif olan tek Tibet manastırına tam girerken, turuncu bordo renklerdeki geleneksel kıyafetleriyle iki rahip dışardaki minare benzeri yere çıkarak ezan benzeri bir çağrı seslendirmeye başlıyorlar. Hah, diyorum kendi kendime, olmasa şaşardım! Bu gibi etkileyici kutsal yerlerde böyle şeyleri çektiğim bir gerçektir. Dharamsala’ya gidiyorum içimde, sabahın köründe girdiğimiz Dalai Lama tapınağına, ordaki törene, rahipleri izlerken kafamda olanlara: “(…) İspanya’nın ortalarında bir dağda, kendi halindeki Rabanal del Camino adlı küçük köyde, Ben nasıl bir mucizeyle buradayım, demiştim: Ege’nin bir dağındaki bir küçük köyden kalkıp gelmiş Müslüman bir kadın olarak, Benedikt manastırında akşam ayininde bulmuştum kendimi. Ne fantastik bir şey!.. İşte şimdi de Dalai Lama’nın tapınağında, gözlerimi kapatıp İlahi Güce, ‘Evrendeki yerimi bulmama yardım et,’ dedim. Anında cevap geldi: ‘Evrendeki yerindesin!’ ”

Törenden sessizce, huzurla ve gözümde yaşlarla ayrılırken, benzer tüm yerlerde yaptığım gibi, Altay’da yaptığım gibi, burada olmama izin veren tüm tanrılara şükrediyorum.

Moğolistan dağlarında, tepelerinde, çöllerinde, kırlarında gezdikçe artık ortalıkta salınan taylara daha az heyecanlanıyor, stimülasyon eksikliğinden buralarda insanın zamanla aptallaşabileceğini düşünüyoruz. Senbeno kelimesine ek olarak bayırlaa diye teşekkür etmeyi öğreniyorum epey bir uğraşla. Öğrenmek çok gerekli değil çünkü; karşımıza çıkan halkın hepsi hem basit İngilizceyi anlıyorlar, hem de zaten iyi niyetli ve güler yüzlü olduklarından dillerini konuşmak zaruri olmuyor, her şekilde anlaşabiliyoruz. Bir yerde göçebe bir ailenin yaşadığı gerde konuk oluyoruz, ger hayatını görmeye: Dışarda küçük parçalar halinde peynir kurutuluyor, gerin içinde ortadan bir ağırlık sarkıtılmış -güvenlik sağladığına dair geleneksel bir inanç varmış-, kırmızı tombul yanaklı bebeler kucaktan kucağa kapışılıyor…

Değişik standartlarda değişik ger kamplarında kaldık Moğolistan kırsalında, özel banyolu, ortak banyolu, keçi kokan, yerden ısıtmalı, kettle düzenekli, tozlu ve böcekli (bu sanırım ortak standarttı), teraslı, iki veya üç yataklı… Çölde dört çeker aracımızla tam gaz önümüzdeki toz bulutunu takip ederek gittik birinden diğerine. Toprak, tepe, bulut, nehir geçtik. İpnotize olduk her şeyin miniskül olduğu görüntülerden. O dımdızlak kuru tepelerde birden bir koyun keçi sürüsü gördük mesela: Ne yiyorsunuz kardeşim burada, bu dımdızlak topraklarda?! Hayvanların metanetine hayran olduk. 

Sonra Bayan Zag ormanını gördük. Zag kutsal bir ağaçmış Moğollar için, altına işemeyecekmişiz. Ağaç dediğimiz biberiye çalısından hallice, orman dediğimiz de benim bahçeden hallice bile sayılmaz, bu arada. Ama işte, çölde olunca bu ağaç, o da orman oluyor tabii. Çölde bir kumul, vadide bir buzul gördük – kumla kumul, buzla buzul arasındaki farkı biri bana anlatsa? Kartallar Vadisi’nde kartallara ek olarak kuzgun, begajin, daha ne kuşlar, dağ keçisi, çöl sincabı, yak gördük. Ger kampında sabaha karşı kalkıp dışarı çıkınca ıssızlığın içinde yeni ayın doğuşunu gördük, tepede Satürn bize bakarken. Ve boşluktaki ger kamplarımızda, her şeyleri doğayı öykünen Moğolların beyaz gerlerinin de bulutların altında tam bulutlar gibi durduğunu gördük.

Çoğu yerde ayaklarımızın altında ezilen minnacık otlar vardı harika bir koku yayan, kekik, limon, nane, hoşluk karışımı. Başka bir yerde, başka bir sukulentimsi otu çölün zemininden alıp ovuşturarak kokladım, çok tanıdık bir koku: anne sütü emen köpeklerin ağız kokusu, yerden kapıp kapıp burnuma götürdüğüm, içime çektiğim enik ağızları! Ne diyor İlhan Berk: Dünya bir yansımadır.

Dinozor kemiklerinin ve yumurtalarının bulunduğu tarihi alan. Moğol usulü müthiş balkabağı çorbaları. Bizi çok da Orta Asya ülkeleri gibi mutlu etmeyen kuzu ve diğer etleri. Bizim hatırımıza zor bulunduğu belli, taneyle tabağa konan sebzeler. Gobi Çölü’nün ortasında, adı bilinmeden geçen günler. Ufukta her zaman ya bir deve ya bir at sürüsü, asgari hareketlerle çöldeki kıytırık otları bulmaya çalışan. Hiçliğin tam ortasında, günün belli saatlerinde kuyudan su basılan “hayvan sulama istasyonları”, oralarda toplaşıp sıra bekleyen sürüler, ufuktaki gerlerinden gelip tezgah açmış, ufak hediyelikler satan aileler, kara köpekleri. İskeletler, kemikler üzerinde adımlarımız… Eski zaman gezginlerinin ruhları bizim için ne düşünüyor acaba? “İndiana Jones, tekmili birden,” diyor biri. Biraz da Red Kit, diye ekliyorum, çölde rüzgarla yuvarlanan kuru çalı topları falan. Uuhee, haydi ufuktaki toz bulutunu takip et dostum…

Veya Hunnu Havayolları ile uçalım! Dalanzadgad Havaalanı’ndan Ulan Batur’a ufak, pervaneli ve sanat eseri gibi boyanmış bir uçakla uçmak, iki odadan oluşan minik havaalanının basit güvenlik kuralları, yürüyerek uçağa gitmesi, bunlar da tatlı bir deneyim. Ve fakat çölden dönüşü anlatmaya geçince fark ettim ki çölün esas macerası olan akarsulardan geçmeyi anlatmamışım, yeterince yaşayıp kanıksadığımız için herhalde! Şöyle: Orada olduğumuz sürenin çoğu yağmurlu geçti. Tabii bu durumda akarsular doldu taştı, yollar sular altında kaldı. Pekala, zaten bunun için dört çekerlerle geziyoruz. Ve fakat yine de, dört çeker de bir yere kadar çeker kardeş! 

Bir taşmış akarsuyun yanına geldik, durup cesaret toplamakta olan birkaç araç, suyun içinde yan yatıp saplanmış bir dört çeker, falan… Burası bir tarihi bölgeden öteki tarihi bölgeye giden ana yol yani, öyle kenar köşe tali bir yol falan değil. Öncü aracımız gözlem yaparak nereden geçebileceğimizi saptamaya çalışıyor. İçimden hiçbir gücün beni öncü araca koyamayacağını söylüyorum. Neyse, araştırmalar, dualar, gazlamalar, sonunda araçla yarı boyumuza suya girerek geçtik akarsudan… Ee, biraz gittik yine yolumuz kesildi su tarafından. Bir yerden üç atlı belirdi, bize rehberlik yapmaya başladılar, nehre atlarıyla girip çıkarak derinlik ölçerek araçlarla geçebileceğimiz sığlıkta yer aradılar, burası olmadı, hadi dıgıdık dıgıdık az ileri, az ilerde su kenarlarında beyaz pofuduk bir şeyler yatıyor, ani gelen selde telef olmuş koyunlarmış, olurmuş böyle… İşte bu şekilde atlı rehberlerimiz bizi sonunda sağ salim karşıya geçirip, yollarına gittiler – tamamen hayır işi olarak. Her zaman Moğolistan’da böyleymiş usül, herkes herkese koşulsuz ve tabii olarak yol yardımı yaparmış.

Bir de Moğolistan macerasının son satırlarına gelirken tek bir Cengiz lafı etmemiş olduğumu fark ettim… Bu da orda yeterince duyduğum için herhalde! Efendim, Cengiz Han, yani Moğolcasıyla Çingis, acımasızlığıyla tanınır dünya tarihinde, ama Moğolların en adil, en bilgili ve becerikli yöneticisi imiş. Tarihi tabii ki çok uzun ama maalesef ben tarih insanı değilim, o yüzden günümüze gelelim: Son yıllarda devletin Moğol kültürünü canlandırma, destekleme, güncelleme girişimi ile Cengiz Han her şey olmaya başlamış, Moğolistan eşittir Cengiz. Misal Ulan Batur dışlarında koca bir Cengiz Han anıtı, içine girilen paslanmaz çelik dev bir heykel ve müzesi ve külliyesi ile, cazip bir turistik merkez. Başka bir tepenin yamacında çizilmiş bir Cengiz kafası. AVM’ler, restoranlar, votkalar, her şeyin adı Çingis… Müzelerin ana malzemesi, Moğolların her şeyi.

AVM demişken, Moğolistan’ın ufak tefek alışveriş heyecanlarını da eklemeden bitirmeyelim anılarımızı! Dünyanın kaşmir merkezindeyiz ne de olsa. Çöllerde, kırlarda gördüğümüz bütün o keçi sürüleri -ben “Menülerde niye keçi yok?” diye sorsam da- kaşmir üretiyor aslında. Özellikle başkent ciddi bir kaşmir merkezi, klasiği, moderni, çeşit çeşit kaşmir ürün satılıyor. Ayrıca Moğolların votkaları çok iyi ve çok meşhurmuş, yine çeşit çeşit votkalar alışveriş listelerinde. Fakat benim asıl bayıldığım votkaların adları: Çingis Votka’ya ek olarak Hunnu, Nomad, ve havaalanından adıyla logosu aşkına aldığım Börte! Börü Altayca kurt demek olduğundan zaten yakın olduğum bir ad…

Maceramızın son durağı, başkent dışındaki kocaman doğa harikası Terelj Milli Parkı. İçi ger kamplarıyla dolu, at binme merkezleri olan ve başka bir sürü doğa sporu yapılan, yemyeşil tepelerle çevrili, bulutlarla bütünleşik harika bir alan. Tabii yine sular seller yağmurlar altında… Temmuz ayının ortasında, memleket nemden nefes alamazken bir kere ter silmeden, bir fıs sivrisinek spreyi kullanmadan dönüyorum, alleluya!

Doğanın göbeğinden, milli parktan son gecemizi geçirmek üzere yine bir başkent oteline dönünce, Moğolistan düşüncelerine gark oldum: Günlerce at üstünde gibi dört çekerlerle hoplaya zıplaya tozlar içinde gidip, toprak üstünde, keçe altında gerlerde yağmuru dinleyerek boşluklara ve bulutlara baktıktan sonra, şehirde 25 katlı bir binada gecelemek nasıl yabancı, nasıl uzak… Ama yine de bu insanlar yavaş yavaş bunu seçiyorlar. Kırsaldan, taşradan göçüp başkente yerleşenlerle Ulan Batur’un nüfusu son 10 yılda iki katına çıkmış. Modern yaşamın ışıltısı mı demeli, geçim zorunluluğu mu… Ülkenin yüzlerce yıllık bütün dengesi bozuluyor; o gerler, o hayvan sürüleri, o kırsal yaşam giderek azalıyor. Bitmekte, yitmekte olan, kaybı durdurulamayan göçebe kültürüne ağıt yakmalı mı? O güzel insanlar, o güzel atları bırakıp gittilerse, ne yapmak gerek?

Tam dönerken karşıma konuyla bağlantılandırdığım bir şarkı, Savage Daughters çıkıyor, kafamı karıştırmaya devam ediyor:

My mother’s child is a savage / She looks for her omens in the colors of stones / In the faces of cats, in the falling of feathers / In the dancing of fire / In the curve of old bones

I am my mother’s savage daughter / The one who runs barefoot / Cursing sharp stones / I am my mother’s savage daughter / I will not cut my hair / I will not lower my voice

My mother’s child dances in darkness / She sings heathen songs / By the light of the moon / And watches the stars and renames the planets / And dreams she can reach them / With a song and a broom…

Biz, hepimiz, Moğollar, çıplak ayaklarla koşan, ateşin dansında, kuru kemiklerde aradığı işaretleri bulan, gezegenleri adlandıran yabani çocukları değil miydik doğanın? Bizim hepimizin kemiklerimizin derinliklerinde eski şarkılar yok mu, gökgürültüsü ve yağmur sesiyle söylenmeyi bekleyen? Ne işimiz var beton yığınlarından 25’inci katlarda, asfaltların ve sekizer tekerleklerin üstünde, pırıl pırıl aydınlatılmış gecelerde?

Dönüş uçağıma binerken bilinçli olarak son bir kez Moğol havasını kokluyor, son bir kez Moğol bozkırlarına bakış atıyorum… Ben bir gün tekrar gelsem bile, burası böyle olacak mı ki? İyi ki var oldun Moğol kültürü, iyi ki şimdiye kadar korudunuz kendinizi Moğollar!

(Temmuz / Ağustos 2023)

Kategori:Dünya Benim İstiridyem