İçeriğe geç

Dünya hala Bali olmadı ama… Bagus!

Sağlık olsun, biz Bali havasını derin derin teneffüs ederek, Bali kokularını içimize çekerek bunun mümkün olduğuna inanmaya devam edeceğiz o halde…

Ve üç yıllık arzu, hayal, bekleme, dileme sonunda dünyanın en kişilikli havalimanına vardım. Buda heykelleri, lotuslar, mudralar, Hinduizmin tüm temel iyiliklerini temsil eden duvarlar, süsler, dekorlar, renkler ve kokular arasında hayran hayran etrafıma bakındım. Hemen başlayayım mı kapitalizmi ve anaakımı topa tutmaya? Demek havalimanı gibi tanım itibarıyla standardize bir kurum bile isteyince sıcak, kişilikli, güzel olabiliyormuş… Uçak bile erken vardı yahu, var mı böyle iyi enerji? Vize almak, ücretini ödemek, gümrük formu doldurmak, gümrükten geçmek, şoförle buluşmak, hepsi, her şey no problem. Uçağın programlı iniş saatinde arabadaydım.

Adımdan dolayı şanslı olduğum tek ülkedeyim: C harfi olduğu gibi, daha doğrusu ç olarak okunduğundan adım nerdeyse doğru telaffuz edilebiliyor. Beni havaalanından alan şoför, Komang, teşekkür ediyor Bali’ye geldiğim için. Benim için ayrıcalıktır diyorum. Trafik bile eğlenceli olur mu yahu? Motorlar sıra sıra yolun solunda durup yağmurluklarını giyiyor. Sağnak muson yağmurları her an gök delinmiş gibi yağabiliyor, birkaç dakika sonra da hiçbir şey olmamış gibi hava pırıl pırıl.

Havaalanından çıkıp adanın ortalarında yer alan büyük şehirlerden -Batılı beyaz insanın Mekke’si- Ubud’a giderken trafikte sıfır kızgınlık ve bütün çevrede on numara estetik. Fast food joint, vape shop, KFC bile şık ve zarif olur mu anasını satayım?! Üç yıl önce üç hafta kaldığım “coliving space” Outpost’a bir buçuk eğlenceli saatin sonunda varıp, çalışanların içten gülümsemeleri eşliğinde havuz kenarındaki odama yerleşiyorum ve Bali tanrılarına sesleniyorum: İzninizle aranızda olmak, huzurunuzu, ışığınızı paylaşmak istiyorum… Ve yağan yağmurla bütünleşmek için kapımı ve penceremi açıyorum.

Sabah bitişiğimizdeki diğer cennet parçası Alchemy Cafe’ye oturuyorum aklimatize olmaya; her şey ne kadar sihirli diye düşünerek çevremi izlerken kalabalıklar arasından gergin bir kadın dikkatimi çekiyor, kucağında bir, yanında bir tane melek gibi veletler, yahu diyorum nasıl, neden bu gerginlik şu ortamda… Ve tabii ki anlaşılıyor tez zamanda: Kadın Türk! Nasıl her yere taşıyoruz şu içimizdekileri, hayret. Alchemy iyi hoş da çiğ, vegan ve glutensiz ağırlıklı mutfağı beni biraz zorluyor. Yine de tatlılar öncekinden daha iyi görünüyor, bakalım ben mi değişmişim onlar mı…

Sağa sola, panolara duyurulara bakınıyorum, bir sürü aktivite var tabii Ubud’da, Bali’de ama ben aktif olmak istiyor muyum bakalım? Esas aktivitem olarak bu yazıyı yazmayı seçiyorum. Tekrar Bali yazmak, üç yıl önceki ilk bakışımdan sonra mükerrer ve fazla mı olur diye düşündüm önce ama sonra aldığım notlardan fark ettim ki hiç de olmuyor, ayrıca da mükerrer bulan okumayabilir tabii, yani Bali sihrinin fazla geldiği herhangi biri varsa!

Bali âşıklarından D’nin bahsettiği, kocasının buraya gelmesini engelleyen süleymancıklar mutfak duvarlarında ve her yerde geziniyor. Bali âşıklarından A’nın bahsettiği, bazılarını engelleyen ve şikayete yol açan sıcak ve nem zaten her yerde. Ama bu ufak şeyler, ruhumuzun insan olduğunun, insanlık onurunun ne olduğunun farkına varmakla, bu farkındalıkla günler geçirmekle kıyaslanabilir mi?!

Haritada yakınımdaki lokantalara bakıyorum, bazısının -bir lokantanın en temel özelliklerinden olan!- çalışma saatleri yok… Gelirseniz açarız, gittiğinizde kaparız. Chiara’nın hep dediği gibi, Bagus! Yerde bulduğum zarif frangipani çiçeğimi kulağımın arkasına taktım, hayalimde olduğu gibi duran yoga stüdyomu ziyaret ettim, yanındaki diğer cennet köşesi Yellow Flower Cafe’nin salıncağında iki dakika sallandım ve sokağımızın küçük aile lokantalarından Warung Mendez’de gerçek, yani sıcak ve hayvanlı bir yemek yemeye oturdum.

Oturdum ki az sonra gökler delindi yine, üstü kapalı masamı sırf sıçrayan sular yüzünden taşımak zorunda kaldık. Dönerken de yağmur durmasına rağmen sokaktan akan nehirin içinden yürüdüm mecburen, işte bu yüzden en basit, düz, plastik ayakkabılarımızı getiriyoruz ya Bali’ye! En iyisi mümkün olduğunca giymemek tabii yerliler gibi – bir dakika, herkes çıplak ayak olup sürekli topraklandığı için olabilir mi buradaki bunca sükunet ve iyilik?!

Çılgın yağmurda yemeğimi yedikten sonra, inanılmaz güzel ev yemeğiyle patlamak üzere olan midemi hafifletme umuduyla hafif yağmurda havuza giriyorum. Sokaktaki “para bozdurucu, meyve satıcı ve scooter kiralayıcı” standdan (sanırım SIM kart da satıyor, başka işlevleri de olabilir tabii) biraz para bozdurdum, birkaç da meyve alıp buzdolabı rafıma yığdım: muz, papaya, passion fruit, avokado ve dragon fruit. Bir dahaki sefere mango, snake fruit, durian. 

Gelecek günlere bakıyorum, geçen sefer yeterince yapmadığım, veya illa ki tekrar yapmak istediğim şeylere: Pirinç tarlaları üzerinde sallanan dev Bali salıncaklarına biraz daha şans tanıyacağım, elbette bir ara Balililerin bu kadar meşhur olduğu masaj ve cilt bakımından yaptırmak gerek (birçok masöz Türkiye’ye gelmiş çıkıyor), şehir merkezindeki Jalan Hanoman adlı sokaktaki birbirinden çekici ufak dükkanları sanat galerisi niyetine gezmeye vakit ayırmak, bir sabah gözümü açıp hava delirmeden kendimi Campuhan Ridge Walk’a atmak (gerçi az buçuk merkezin dışına pabucu attınız mı buradan çok da farklı değil sağda solda kırsal alanda yürümek, gezinmek aslında), belki biraz scooter ile rahat edince doğu sahilindeki çikolata fabrikasına bir gezi, Michelin yıldızlı iki meşhur restoranımızı tavaf etmek ve tabii her fırsatta bayıldığım kafelerde ve restoranlarda sıra sıra oturmak: Mudra, Moksa, Elephant, Reina Jungla, Puku, Made by Julia, Fancy Cup, Den-O Coffee, Zest, Whole Egg, Awake…

Hala ve tekrar şu gözle, şu şaşkınlıkla bakıyorum etrafa: “Medeni” beyaz insanın müdahalesi ve yüksek emelleri ve teknolojleri olmadan nasıl olup da böyle insanca, insancıl, insani bir hayat yaratılabilmiş? Nasıl “modern dünyanın yükselen değerlerine” kurban düşmemiş Bali? Her gezdiğim yeni yerde içgüdüsel olarak yaptığım gibi, buranın da yerel ekonomik modellerini, yerel kalkınma sistemini, yerel değerlerini ve hangisinin ne boyutta bu insanlığa katkıda bulunduğunu inceliyorum. Hele ülkem şu anki durumunda olunca, her zamankinden daha da gündemle bağlantılı oluyor. 

Sivrisinek tarafından yenilip kaşınmaya başlayınca bir şaşırdım, bir şaşırdım… Bali’de kötü hiçbir şey olamaz ya insana, sivrisinekleri ve diğer kaşındırıcı böcekleri silmişim kafamdan! Tez zamanda böcek spreyi almak şart. Bir de motor tutmak. Geçen seferki motorcum, Ubud’un en uzun boylu adamı Agung’un yeri civarında iki tur attım ama Agung yok olmuş anlaşılan. İki saat ağzımı ayırarak etrafta gezdim, biraz da yoruldum, bir motorum bile olamadı hala… Ne yapalım, o da yarına kalsın. Bugün Intuitive Flow’da onluk yoga paketime başladım ve market alışverişimi yaptım. Şimdi dinlenme zamanı, ve sonra da Outpost’un tepesindeki, cangıl ve havuz manzaralı, her daim esintili ofiste çalışmalara başlama.

Burada her şey organik! Arkadaki evin balkon parmaklığına bakarken bunu fark ettim. Parmaklık mevcut alanda, doğal olarak dönmüş çevreyi, hiçbir şeyi zorlamadan. Deseni de ne olacak, tabii ki dallar ve yapraklar şeklinde. Organik kelimesinin tanımı Bali ve Balililer. Yeme içme giyinme barınma her şey doğada ne varsa ondan kaynaklanıyor ve doğadan gelebilecek konuya yanıt veriyor. 

Restoranlarda, kafelerde yediğimiz yemek ister batılı olsun ister yerli, her halukarda iyi dilekli, güleryüzlü, neşeli! Bir akşam siparişimi beklerken mutfaktaki kadınların kahkahalarından, başka bir akşam servisteki garsonların sohbet ve gülüşmelerinden mutluluk ve hatta merak içinde kalıyorum. Besleyicilik burada işte (tüm malzemenin doğal olmasına ek tabii). İyilik soluduğumuz havada. Ben sanırım Bali zamanımda bir şey yapmak, bir şey görmek falan istemiyorum, bunlar için kendimi dürtsem de tek istediğim burada “ol”mak.

Hem Bali için sıcak sıcak derken, o kadar da değil sanki, geçen akşam motorla yemekten dönerken “Üstümde bir şey olsa olurmuş,” diye düşündüm. Birkaç günden sonra insan hem sıcak ve nemli havaya alışıyor hem de hava tahminlerine bakmaktan vazgeçiyor: Derece 32, hissedilen 42, yağmur var ama beş dakika, ama 20 milimetre, falan gibi çok kavrayamadığımız şeyler olduğundan! Alışmak deyince de hoşlanmak değil tabii ama yoga seansında baştan aşağı ter içinde kalmak, saçların nemden tırlatması, makyaj yapamamak hatta krem sürememek normalleşiyor.

Estetiğe odaklanıyorum: Bize göre sadece en refahı yerinde kişiler estetiğe önem verebilir ya, burada içsel bir güzellik mevhumu var, en sıradan kafede elektrik kablosu doğal bir iple sarılarak gizlenmiş, yoksul olduğu belli bir evin garaj girişi, çatı köşeleri süslü, ya ışıklar?! Hiçbir yerde pasparlak bembeyaz led ışık kullanılmıyor daha hesaplı diye!

Google Maps’ten notlarına falan bakıyorum ama sanırım her yerel restoran bir ötekinden güzel. Mekanlar aynı şekilde, yolda bakınarak ilerlerken her binaya, kafe olsun restoran olsun dükkan veya tapınak olsun, her birine giresim geliyor. Belki harita çalışmaları yapmayı bırakıp içgüdülerimle hareket etmeye geçerim yakında, kim bilir… Şimdilik yarınki gitmek istediğim yerleri hayal ederek, ne olduğunu çıkaramadığım hayvan sesleri arasında uyumaya geçeyim.

Ubud bu kadar ben ve başkaları tarafından göklere çıkarılan bir yer olmasına rağmen, aslında darmadağın bir kent. (“Kentimizin” çevresiyle birlikte nüfusu ola ola 75 bin, merkez nüfusu ise 12 binmiş, bu arada. Peki Bali’nin 4.5 milyon nüfusu nerde acaba?!) Cangılın orasında burasında zamanla ufak tefek (işte tam anlamıyla organik!) yerleşimler oluşmuş herhalde Ubud’un ortaya çıkması için. Ve merkez, köyler, merkezi oluşturan yakın köyler, merkezden iki dakika ötede pirinç tarlaları falan, insanın kafasında bir yere oturtabileceği gibi değil – en azından benim gibi düz çizgilerden oluşan bir kafanız varsa. Her neyse, en geniş yol kaldırımsız iki şerit, ortalama yol da1 metre genişlikte olmasına rağmen Google Maps’in inanılmaz kusursuz çalışması (utan Venedik!!) ve tabelaların çok başarılı olması sayesinde yol bulmakla ilgili sıkıntı yok.

Hayvan, diyecektim esas: Hayvanlara şaşıyorum, yani yokluklarına. Evet kediler ve köpekler tabii her yerde, sokaklarda. Daha çok sayıda olan köpekler. Sanki normal boy köpekler alınıp küçültülmüş gibi minik ve minicik olarak boylara ayrılan, rengarenk köpeklerin bazısı tasmalı bile. Yapıları ise tam olarak Bali insanı gibi: Sakin, dikkatli, meşgul, hiçbir aşırılıkları yok… Gerçekten bu kadar benzer yapıda olabilir mi bir halk? Yedi kıtada köpek sevmiş bir insan olarak (!!) hiç böyle değişik, insanımsı sakinlikte köpek görmedim. Sokaklarda kedi de var tek tük (birine elimi tırmalatmayı bile başardım) ama bunlar dışında bir yaban hayvanı hiç görmedim. (Kertenkeleyi yaban hayvanı sayanlar, D’nin kocası gibi, okumaya devam etmeyebilir 🙂 Mini mini çalışkan kuşlar tabii var ama bunca ormanın, bunca yağmurun yılanları, böcekleri, tuhaf hayvanları nerde acaba?

Hava erken kararıyor, ne de olsa hava sıcaklığına yansımasa da mevsim kış. Markete karanlıkta yürüyüp yürümemek arasında gidip geldikten sonra yürümeye karar veriyorum, anında da seçimim beni mutlu ediyor: Hayatta bir kere, o da Afrika’da gördüğüm ateş böcekleri burda da var! Güneş batışı sırasındaki hayvan hareketlenmesi herhalde, mini kurbağalar zıplıyor ayaklarımın altında. Hem engebelere takılmamak, çukurlara düşmemek, hem kurbağalara basmamak için dikkatle, kendimi zorla yavaşlatarak yürüyorum markete doğru.

Çukurlar… Ben buralara âşık olduğum için çok üstünde durmuyorum ama doğruya doğru, Ubud zor! Ufacık yollar, kırık dökük patikalar, her yer engebe, bitkiler hayvanlar yollarda, karanlık, yanından açık kanalizasyon akar, öte yanın on metre uçurum… Doğa üstü doğal güzelliklerine gözün takılıp iki adımını bakmadan atsan uçman işten değil. Ve fakat işte, Bali sihri: Kimse uçmuyor! Gerçi sevgili Chiara buralarda düşüp pandemi başında bileğini kırmıştı ya… 

Yoldan karşıya geçerken, taksi bakarken ve park yeri ararken “yol açıcı” kırmızı çubuklu adamlar var yollarda. Özel eleman mı, memur mu çözemedim henüz, ama aşırı gereksiz ile çok iyi fikir arasında bir yerde! Yeni yoga seansları, eski arkadaşlar, mesela yoga stüdyosunun önünde jamu satan Ketut, veya bana geçen sefer mesaj tacizi yapan şoför Wayan. Sevgili yoga hocalarımdan Chiara ile Bamboo Spirit’te buluşma, yerli kadınların işlettiği ufak tatlı restoranda bağış karşılığı vegan büfe ve bir müşterinin bayılması üzerine doğal şifa veren Balili kadınlar. Ya sabah ya akşam kapımın önündeki havuza dalmalar. Yemek deliliğini kontrol altına alma, scooter maceralarına alışma, downtown civarına cumartesi gitmeme kararı, ufak tefek Bali alışverişleri…

Ve masaj randevularına geçebiliriz artık: Birlikte yanından yürürken Chiara normalde yüz vermeyeceğim, minicik bir Bali kulübesindeki Putu ile çok methederek tanıştırınca, hadi dedim yüz bakımı deneyeyim… Aman tanrım. İlahi dokunuşlarla yüzümü ve hatta ruhumu yükseltti Putu. Bu arada Bali’de hep aynı adları duyduğunu bir süre sonra anlıyor insan, o zaman bir yerden birisi açıklıyor durumu: Bali adları çocuğun doğuş sırasına göre veriliyor. Evet, gerçekten. Wayan birinci doğan, kız da erkek de olsa. Alternatifler Putu, Gede veya Luh. İkinci doğan Made veya Kadek. Üçüncü Nyoman veya Komang, dördüncü Ketut. Bundan sonra devam ederse de, “tekrar Wayan” anlamında bir ekle devam ediyor. Bu “tekrar” ekine de, Cem adlı arkadaşa Balili birinin sorduğu “What number is Çem?” sorusuna da aklıma geldikçe gülüyorum.

Gün içi faaliyetler şöyle: Sokaktaki taksi şoförlerinin inanılmaz uzun bir sırıkla ağaçtan avokado avlamasını izlemek, Ubud’da bulunan tanıdıkla buluşma girişimleri, ara ara inanılmaz yumuşak nağmelerle hang drum çalan oda komşumu dinlemek, arkadaşının evi Infinity Villa’da Chiara’dan özel dört kişilik yoga seansı, kaldığım yerde mahallenin çocuklarının ve köpeklerinin hep gülümseten sesleriyle bir olmak, havuza düşen frangipanileri toplayıp uygun yerlere bırakmak… Burada kimsenin asla acelesi yok, onlara uymaya çalışıyorum.

Her gün heyecanla tavaf ettiğim restoran ve kafelerden bazısı şahane, bazısı vasat. Hem mekan hem kahve olarak bana şahane gelen Den-O Coffee’de kocaman bir gülümsemeyle siparişimi alan gencecik çocuk, ardından adımı sordu. O kadar beklemediğim bir soruydu ki şaşırdım, böyle bir sevimlilik var mı? Kahvemiz adımızla servis ediliyor! Çandra, diyorum yerliler adımı sorunca; Çandan’a yeterince yakın, onlara da “ay” olması nedeniyle yakın, hatta motor kiraladığım kızın adı Çandra idi. 

Heyecanla gittiğim yerlerden biri, yine bir Yoga Barn seansı: İçeri girene kadar geçen 15 dakikada bir daha asla bu fabrikaya gelmeyeceğime karar veriyorum, Ubud’da itişen insanlarla karşılaşabileğiniz ender yerlerden biri. Ama Shervin’in gitarı, sesi, ilahileri ve ardından gonglar, çanaklar, çanlar ile müthiş bir Sound Healing Session deneyimledikten sonra çıkarken kararımı tekrar değerlendirmem gerekiyor: Haftaya bu seansa yine gelsem mi acaba?

Gereken herkes, her şey birbirini buluyor Ubud adlı bu köyde. İlk geldiğim yoga seansında Akasha adlı hoş kadın, bir Kadınlar Günü etkinliğinden bahsetmişti. Meğer Chiara da gitmek istiyormuş. Orada buluşuyoruz, o bir sürü daha tanıdığı insanla karşılaşıyor, ben onlarla tanışıyorum vs… Ordan yandaki Elephant Cafe’ye geçiyorum, biraz Campuhan manzarasına doyuyorum. Sonra ertesi sabah erkence kalkıp Campuhan nehri etrafındaki vadide yürüyüş yapınca daha da doyup taşıyorum hatta. Mini kafeler, aralarında dev ve havalı tesisler, benden büyük yaprakları olan bitkiler, sular içinde pirinç tarlaları… Sesleri ve kokuları ve çılgın, parlak yeşilleri. Jack ve Fasulye Sırığı mıydı masalın adı, fantastik bir peri masalının içinde gibiyim!

Yürüyüş biterken oturmak için seçtiğim ufak aile kafesinde, sipariş verirken yumurta istediğimi söylüyorum. Menüde 4-5 çeşidi var, “Nasıl olsun?” diye soruyor kız, “Nasıl içinizden gelirse öyle olsun,” diyorum, hiç yadırgamadan veya itiraz etmeden, “Tamam,” diyor. Yadırgamamasına bayılıyorum, sonuçta yumurtalarım da çok güzel geliyor. Kafenin hindistancevizi köşesine de bayılıyorum, tepeleme yığılmış meyveler ve baltamsı bir aletle kesmek üzere tahta alan.

Günler haftalar birbirini pürüzsüzce, uyumla takip ederken Balice adım Çandra’ya da ısınıyorum, sokaktaki ikinci el kıyafet dükkanından kiraladığım scooterıma da – artık motora biner inerken, yola çıkarken ve park ederken daha hızlı hareket edebiliyorum, kulağımda Google Maps ile aradıklarımı bulmak da sorun olmuyor. Aradıklarımı da çok ısrarla aramıyorum artık zaten, fark ettim ki mekanların her biri diğerinden güzel, normalde olduğu gibi “Aman burda şahane bir mekan var, buraya geleyim oturayım,” diyemiyorsun çünkü öyle her yere oturacak kadar zaman mümkün değil! Yanından geçerken beğenmek ve takdir etmek yeterli olacak bir sürü güzelliği… Scooter ile olmanın bir hoşluğu da hayatın içinden geçiyorsun, teraslarda dans derslerinin, açık tapınaklarda törenlerin, sokaklarda oynayan veya okuldan dağılan neşeli çocukların… Geçen bir arabaları sollarken (sağlarken oluyor tabii, trafik ters olduğundan 🙂 “Oink oink,” diye sesler geldi, yahu tanıdık bir ses bu diye bir an düşündükten sonra anladım olayı: Domuz taşıyan bir kamyonet!

Tabii scooter hayatına ısındım derken halen heyecanlı dakikalar yaşamadığım anlamına gelmesin! 20 günde hiçbir çaba göstermeden beş kere buluşup değişik şeyler yaptığımız sevgili Chiara ile biraz şehir dışındaki bir köyün kadın merkezinin kutlamasına gidecektik. O arabayla gitti, ben scooter ile gelirim dedim. Çok da güzel bir yol her zamanki gibi, anayolun çoğu köy hayatlarının içinden akarak geçti. Kulağımdaki Google Maps anayoldan sola sapmamı söylediğinde, yolun girişini görünce zınk diye durdum: Patika boyutunda bir mini yol dimdik aşağı iniyordu, az evvel de şakır şakır yağmur yağmıştı… Ne yapalım dedim, demirden korksak trene binmezdik, girdim… Dimdik, daracık ve ıpıslak yol bir de 135 derece virajlarla dolu değil miymiş! Valla epey heyecanlıydı, neyse gelen giden yoktu da vukuatsız ağır ağır gidebildim. Ama o arada yağmur ve yol muhalefeti nedeniyle gelmemem için mesaj atmış olan Chiara beni karşısında görünce inanamadı.

Buraların kolay olma nedenlerinden biri de hemen her yer, her gün, bütün gün açık! Yok öğlen kapalıyız, yok öğlen de açık olabiliriz ama mutfak kapalı, yok açığız ama kahvaltı servisi şu saatte bitti, yok bugün hafta tatili, yok öyle bir şey. Dedim ya, Bali insanı çalışkan, severek çalışıyor (kaldı ki anacım cennette yaşıyorlar, öyle çalışmaya can kurban!). Araç trafiğini de başta karmaşa gibi algılıyor insan ama sonra fark ediyor ki esasen hiç kimsenin bozmadığı, tek bir ana kural geçerli: Kimseye çarpma! Trafikte de bir sıkıntı yok yani, o tingirik scooterlarla neler yapıyorlar hiçbir sorun çıkmıyor… Bir kere önümde giden scooter bana Macbeth’in sonundaki, “ormanlar harekete geçip gelirse” sahnesini hatırlattı: Orman scooter hızıyla ilerliyor! Yaklaşınca gördüm, her şeyde kullanılan devasa muz yapraklarından kocaman bir deste kesmiş, scooter arkasına yüklemiş evine gidiyor birisi.

Yoga stüdyomda en sevdiğim hocalarım artık ders vermediğinden alternatiflere kaldım, onlardan da geçen sefer aşırı zor bulduğum, herkesin perişan olduğu Sandi’nin dersleri bana en uygun zamanlardaydı. Neyse ki aradaki yıllarda yaptığım yogalar ve pilatesler, dersleri biraz daha az zor bulmama yardımcı oldu – ama yine de ders sırasında herkesten terler etrafa sıçraşmıyor demek değil tabii! Birkaç Sandi dersinden sonra örneğin bugün kendime mola verdim ve onun dersine gitmek yerine terasta kendi başıma yoga yaptım. Ardından avludaki havuzumuza bir daldım sıklıkla yaptığım gibi; havuzda geçirdiğim üç dakikada, sırt üstü yatarken tepemdeki frangipani ağacına bakıp “Şimdi şurdan bir çiçek üstüme düşse ne şiirsel olur,” dedim ve cümlem bittiği anda bir çiçek gözümün önünde koparak üstüme düştü. İşte buyrun Bali! Ruhlar burda bu kadar parlıyor demek. Hem de daha Nyepi bile olmadan…

Büyük çoğunluğu Hindu olan Bali adasının en büyük bayramı, yeni yılın başlangıcı olan Nyepi. Mart ayı civarına gelen yeni ayda kutlanan Nyepi bu yıl 22 martta, yani hem bahar gündönümüne, hem Ramazan başlangıcına denk gelmiş, ne kutlu bir durum! 

Bu bayramla ruhumuzdaki karanlıkları atmaya, temiz, yeni bir sayfada, daha insanca bir gelecek için ileri gitmeye niyet etsek… Nyepi şu şekilde uygulanıyor: Birkaç gün öncesinden herkes Melasti denilen temizlenme törenine gidiyor su kenarlarında. Birkaç hafta önceden de tüm köyler ve mahalleler (banjar deniyor, komşuluklar gibi aslında, banjarlar büyük aile gibi, ait hissettikleri ortamları Balililerin) canavarlarını yapmaya başlıyor: Boy boy, olabilecek en çirkin ve en korkunç yaratıkları yapıyorlar papier mache’den. Nyepi gününden önceki akşam, bu canavarlar (ogoh-ogoh) mahalle sokaklarında gezdirilerek kötü ruhların dikkati çekiliyor. Sonra, ruhların gelmeden yani geceyarısı itibarıyla tüm ada sessizliğe ve karanlığa bürünüyor. Böylece kötü ruhlar vardıklarında terk edilmiş bir ada bularak başka yerlere gidiyor, adayı bir yıl rahat bırakıyorlar.

İşte Balililerin bayıldıkları ve heyecanla bekledikleri Nyepi gününde burada olmayı özel olarak seçtim bu yıl. Neden derseniz, ada nasıl sessizliğe ve karanlığa bürünüyor sorusunun yanıtında gizli… Nyepi gününde, yani önceki geceyarısından sonraki sabaha kadar, her şey yasak. Çalışmak, eğlenmek, ses çıkarmak, ateş ve ışık yakmak, vs. Herhalde turizm daha azken işler daha kolaydı; şimdi tabii turistler kaçmasın diye az ışık açılmasına, internet kullanımına, tesislerin içlerinde hareket edilmesine ve gürültü etmeden konuşmaya izin var. Ama hiç kimsenin tesis sınırları dışına çıkmasına izin yok; sokakta Pecalang adlı özel zabıta geziyor, zaten Pecalang’a kalmadan herkes herkesi durdurur öyle bir durumda. 

Neyse yani özetle, her şeyin durduğu bir gün geçirmek bana çok büyülü geldi. Hem genel olarak Bali gelenekleri ve Balililer açısından, hem kendi adıma. Birkaç gün öncesinden, hep tişörtlerle gezen jamucu Ketut bile şık şıkıdım, neden diye sorunca öğreniyorum ki temizlenme törenine gidecekmiş. Nyepiden önceki gün de Alchemy garsonlarının hepsi şık beyaz takımlarını giymişler: Beyaz üst, belinde kuşak, renkli sarong.

Bakalım öğlen itibarıyla neler olacak mahallemizde… Dedik ve tüm kahvecilerin kapalı olmasıyla başladık! Akşamüstü ogoh-ogoh gezdirme olacağından öğlen itibarıyla her yer yavaş yavaş kapanmaya başlıyor. Kahve içecek yer bulamamamı bir kenara bırakıyorum. Önce burdaki Pyramids of Chi adlı spiritüel merkezin çevrimiçi ses terapisine katılıyorum (sanırım uzaya gittim geldim, bilmiyorum ama olduğum yerde olmadığım kesin!), ardından ogoh-ogoh izlemeye. Neyse ki çalışan kızlarımızdan biri bizim Penestanan mahallesinin canavarlarının gezeceği yeri anlattı da yürüyerek gidebildim. Hele de araçlarla Ubud merkeze gidenler rezil olmuşlar, hem trafikten dolayı, hem kalabalıktan, hem de kalabalık nedeniyle bir kavgalar falan çıkınca ogoh-ogoh göremeden zar zor dönmüşler. Ben güzelce yürüyerek gittim, önce canavarların hazırlıklarını izledim, tüm banjar halkının heyecanını, neşesini yediden yetmişe, sonra hep birlikte mahalle merkezine yürüyüşümüzü yaptık, sonra da hava kararınca gonglu bandonun da eşliğiyle tüm canavarlar tek tek arz-ı endam edip kötü ruhları çağrınıp gittiler. Bali’nin tüm gelenekleri gibi, böyle bir aşkla, şevkle uygulanmasından mütevellit çok hoş bir ritüel oldu.

Google Maps’e methiyeler düzdüm ama nedense bir akşam bana çok fena kelek attı. Ubud merkezde, hem de daha önce gittiğim Yoga Barn’a scooterla diğer yönden gitmek için yönlendirme sordum ve yarım saat dönüp dolandıktan sonra sapmamı söylediği sokağın var olmadığına kanaat getirdim. Shervin’in son Sound Healing seansını da böylece kaçırdım. Gerçi Yoga Barn’a tekrar gitme konusunda tereddütlerim vardı, belki de onu sezerek böyle yaptı Maps, bilemiyorum. Bu vesileyle Shervin ile Instagram’da yazışarak onu Türkiye’ye davet ettim, ondan da katılacağı birkaç günlük spiritüel toplantı için Kanada adalarına davet aldım. (Daha sonraki Ubud deneyimlerim belki de Maps’in sapmamı söylediği yerde, çok yerde olduğu gibi minyatür bir sokak girişi olduğunu ve benim karanlıkta göremediğimi düşündürtüyor 🙂

Buradaki günlerin temposundan örnekler dersek, misal dün ofis çalışmamı biraz böleyim diye kahve almaya yürürken Chiara ile arkadaşı Clara’ya rastlayıp oturdum. Oturdukları warungun sahibi de ahbaplarıymış (Komang mıydı adı?), o da geldi bizle oturdu, cangıl manzarasıyla cangıldan konuştuk. Yoga stüdyomun önünde jamu satan Ketut’la her sabah sohbet ediyoruz. İngilizcesinin nasıl böyle güzel olduğunu sordum, sevinerek çalıştığı yerde kursa devam ettiğini söyledi. Geçen gelişimde bana arada şoförlük yapan, son günlerimdeyse samimiyetini gereksizce artıran tacizci Wayan Weta karşımdaki taksi durağında, günaydın diyorum karşılaşınca. Az ilerdeki standda duran, birkaç günde bir (kurları yüksek gördüğümde!) para bozdurduğum adam geçerken görünce mutlaka seslenip hatır soruyor. Bir parti çamaşır yıkatmak istediğimde geçen sefer gittiğim çamaşırhane geldi aklıma; hay Allah o suratsız kadınlarla mı uğraşacağım şimdi, diye düşünürken (ya, böyle bir his de Bali’de ilk ve son kez bunlarla oldu!) onlara zorunlu olmadığımı fark ettim ve hem güleryüzlü hem de daha yakın bir yer buldum. 60-70 liraya bir makina çamaşır!

Yellow Flower Cafe’de smoothie kaşıklayarak geçirdiğim bütün zamanlar sonucunda arkadaş olduğum iki bobim oldu neyse ki, biraz köpek enerjisi alabiliyorum arada. Birini severken öteki koşarak geliyor, genelde oralarda sağa sola koşturuyor, öndeki patikadan geçen diğer köpeklerle selamlaşıyorlar. Geçen minik olanı yer minderine bir şey koymuş üstünde yuvarlanıyordu, bir baktım kurumuş kurbağa cesedi! Başka kocaman bir kurbağayla da canlıyken oynuyorlardı hep birlikte, kurbağa mazgaldan kanalizasyona atlayarak kurtuldu. Diğer ince uzun genç kız bobiyi de bir şeyler yalanırken gördüm, meğer o da giriş çıkış basamak kapı vb yerlere konulan mini adakların pirinçlerini yiyormuş… Ama adak kutsalsa hayvan da kutsal herhalde, kimse kızmıyor buna. 

Gün örneklerine devam: Giriş basamaklarında kadife çiçekleriyle LOVE yazan, “Barefoot is better” tabelasıyla bizleri karşılayan Mudra Cafe’nin valesi motorlarımızı uygun yerlere itip çekmekle kalmıyor, basamaklara bıraktığımız terlikleri de düzenleyip sıralıyor! Mudra’nın bu ortamında olmak güzel, rengarenk meyve çanaklarıyla, her türlü saça sahip hippi müşterileriyle. Ubud merkezde, büyük sarayın karşılarında organik olarak yani düzensizce yayılan Ubud Pazarı standlarını güzel bir bina yaparak düzene sokmaya niyet etmiş hükümet, bina halen yapılmaktayken de standlar bir ufak sokak boyunca dizilmişler. Saronglar, bambular, tütsüler, yağlar, Bali’ye özgü ne ararsanız o standlarda mevcut. 

Bu sefer Ubud’da illa ki bir müze gezeceğim dedim, iyi ki demişim: Ana caddenin daha sakin ve güzel tarafında yer alan Neka Art Museum hem içindeki Bali ve Endonezya sanat eserleriyle, hem farklı yerel mimarilerdeki ayrı ayrı binacıklarda yerleşmiş galerileriyle, hem de harika bahçesi, çardakları, göletleriyle çok hoş bir ortam, bildiğimiz müze kavramına biraz da renk getiriyor. Öte yandan gittiğime değmeyen, yanıltıcı yerler de olmuyor değil: Çok heyecan verici bir kafe diye gittiğim mekan bir spanın müşteri oyalayıcı giriş kafesi çıkınca düş kırıklığına uğradım. Birden fazla defa da daha merkez dışı sokaklarda “Bu ne yahu?!” dediğim yerlere gitmişim. Google Maps’de çakma yorumlar da olabiliyor, Bali’ye ayak atar atmaz gördüğü ilk kafe veya restorana heyecanla methiyeler düzen de. Biraz dikkatli olmak gerek…

Biraz da kendi gözlerimize güvenmek. İlk gelişimin daha şehre girmeden önceki dakikalarında, yolda çok hoş görünen bir mekanın yanından geçmiştik. Ne olduğu da tam anlaşılmıyordu hatta, mimari dükkanı mı, kafe mi, açık mıdır nedir… Nitekim merak edip not ettim, değişik zamanlarda birkaç defa gittim ve girmeyi başaramamıştım. Bu sefer de birkaç denemeden sonra nihayet zamanını tutturabildim ki: Nefis bir yer çıktı. Rüster’s hem iç mekan ve mobilya tasarımı, hem takı seramik giysi vs satan konsept dükkanı, aşağıda bahçe içinde zarif mekanı ve harika kahvesi olan kafesi, ve en güzeli de şahane bir güneş batışı manzarasına açılan yarı açık, ahşap, sıcacık bir barı olan bir mekan. Hem de arada bir barda canlı caz müziği yapılıyor. Yeme de yanında yat!

Tavsiyeler de alıyoruz öte yandan: “Bir bilenin” önermesiyle ziyaret ettiğim İtalyan bir seramik sanatçısının Gaya Ceramic dükkanı da şahaneydi, aynı sıradaki, Bali’nin meşhur olduğu çiğ kakaoları ve onlarla yapılan çikolataları satan Ubud Raw Chocolate da. Yolda geçerken tarzıma yakın bulduğum konsept dükkanına girip sanat galerisi gibi değişik ürünleri seyrettiğim de oldu, yoga stüdyomun dükkanından Balili kadınların yaptığı el yapımı kumaşlar aldığım da. Gitmediğim, sonraki seferler için aklıma not ettiklerim de çok tabii: Tegalalang yolundaki sonsuz miktarda ve inanılmaz güzellikteki bambu, ahşap, heykel, kapı, mobilya, dekor, şu bu yapan dükkanlar gibi.

Ubud’da her yerde sürekli duyulan ses, fış fış fış süpürgeyle bahçe, teras süpürme. Sessizce, uzun uzun çılgın tropik ağaçlardan dökülen güzelim çiçekleri, rengarenk kocaman yaprakları süpürüyorlar. Evde, sokakta, turistik tesiste. Ve bütün kapılar küçük. Ardında dev gibi bir bahçe de varsa, müthiş lüks bir tesis de varsa, insanların gireceği kapılar hep minik. Tek kişi girebilir, o da çok havalı bir şekilde giremez yani. Ben ihtişamla işi olmayan, mütevazı Bali tarzına yordum, başka bir nedeni var mı bilmiyorum ama.

Yalnız Ubud’da, bir süre sonra insana biraz fazla gelmeye başlayan bir şey var: Ayol tüm kadınlar birer melek! Uçuş uçuş bembeyaz kıyafetleri, gencecik, incecik, kusursuz bedenleri, sapsarı ahenkle dans eden saçları, sağlıklı yanık tenleri, uzun zarif adımları, şahane yoga becerileri ve yumuşacık sesleriyle, sırtlarında kanatlarını arıyor insanın gözü. Merak ediyorum, acaba uçağa bindiklerinde mi çıkıyor içlerindeki şirret diye… Var çünkü mutlaka, batıdan buraya uçtum melek oldum olmaz yani… Değil mi?

Ofis manzaralarımız şöyle Outpost Penestanan adlı coliving & coworking mekanımızda: gezinen köpekler, kediler, süleymancıklar ve uçan diğer yaratıklar, düşen kocaman palmiye yaprakları, frangipaniler ve diğer çiçekler, bikiniler, şortlar, çıplak üstler ve çıplak ayaklar, bar tabureleri, kulaklıklar, yoga blokları üstüne yerleştirilmiş çoğul ekranlar, bazı öğlenler ve bazı akşamüstleri Bali ziyafetleri, arada hızlıca havuza dalıp çıkanlar ve koca ahşap terastan tropik orman manzarası seyretme.

Bayıldığım Outpost’cuğumu son iki günümde nihayet denk getirip, dört cihanın en güzel köşelerine hakim A arkadaşıma gösterebiliyorum. Benimle aynı göze, aynı zevke sahip biriyle buradaki keşiflerimi paylaşmak harika! Az zamanda azami yer gezmek için haldır hulduruz; gittiğimiz barın ancak kapanma saatine yetişince kapıda kalıyoruz, A’nın oteline dönmek için vasıtaya ihtiyacı var. Çıkmakta olan elemanlardan biri hiç duraksamadan “Ben bırakırım scooterla,” diyor. Böyle bir güzellik var mı? A da uyumlu, o da ayrı güzellik! Anında scooterın arkasında, elemana otel yeri tarif ediyor, adını bile öğrenmiş hatta: Anton.

Ertesi gün A ile kahvaltı, kahve, akşamüstü içkisi, yemek açık büfesi falan bir koca Ubud turu daha yaptıktan sonra bu kez açık buluyoruz barı (hem de şansımıza tam o sırada çok güzel canlı müzik de varmış, içinden tropik ağaçlar çıkan Zest’te). Çıkarken bu sefer vasıta çağırmayı başarıyoruz A için, ama o sırada Anton’la da görüşüp gülüşüyoruz. Neşeli yer bu Ubud vesselam.

A sayesinde öğrendiğim bir başka Bali güzelliğini paylaşacağım, vallahi son: A’nın gerektiğinde arayıp çağırdığı taksici Dewa ile gidiyoruz. Durduk yerde Dewa dıtdıt korna çaldı, eliyle de bir şeyler yaptı… Ne oluyor yahu, dedi A, kimseler yok delirdin mi? Meğersem her yerde olan mini tapınakların, büyük ağaçların önünden, yüksek yerlerden geçerken saygı göstermek için kornaya dokunurlarmış. Aa, diyorum, Orta Asya’da da bu yapılır! Demek Ubud’da duyup anlam veremediğim bütün o dıtdıtlar bundanmış.

Son günümün her dakikasını değerlendirme arzusuyla sabah erken kalkıp, tropik ormanlar ve pirinç tarlalarından oluşan Campuhan vadisine gittim tekrar. Yürüyüş parkurunun tam ortasından, zorlukla bulunan daracık patikalarla Bamboo Kitchen’a ulaştım. Daha önce gelmiştim, güzel olduğunu biliyordum, ama… Bambulardan yapılmış, ahşap ve yeşil ve doğal dışında tek bir şey görülmeyen açık hava kafesi, yanında nilüfer havuzu, havuzun ortasında şemsiyeli masalı mini adalar, dünya tatlısı gülümseyen elemanlar, dört yan yemyeşil, güneş sakin pirinç tarlalarının üstünde parlıyor… Kendimden geçmişim.

Mükemmel havuzun içine baktım eğilip, çamurdan çıkan zarif nilüferler, onların arasında gezinen balıklar, üstlerinde uçuşan arılar… “Oohh,” dedim, “sizinki de hayat yani, la dolce vita!”

Peki ama aynı tanrı bize de verdi böylesine tatlı bir hayat yaşamamız için gereken her şeyi, yalan mı?! Sonra şu söz geldi aklıma:

“Dünyada her şey iyi, sadece siz ve ben her şeyi zorlaştırıyoruz.”

(Mart 2023)

Kategori:Dünya Benim İstiridyem