İçeriğe geç

Peki ya insanca bir hayat yaşıyor olsaydık?

Ben kimim, ben ne yapıyorum, ben nereye koşuyorum, ben evrene faydalı bir şey yapıyor muyum, benim neye ihtiyacım var, ben yarın var olacak mıyım, ben şu an var mıyım… Bu soruları gerçekten kendimize sorsak hangi deprem, hangi politika, hangi din, hangi savaş canlarımızı alabilir?

6 Şubat 2023 günü, Atlas bu kadar şiddetle silkinirken bizler insanevlatlarının olması gerektiği gibi, toprağa yakın, birbirimizden uzak -ama sadece fiziksel olarak uzak, ruhen birbirimize gerçekte olduğumuz gibi, yani kardeş yakınlığında- olsaydık, yapmamız gerektiği gibi ekip biçip kendi gıdamızı yetiştiriyor, evladımızı göndererek komşumuzla mallarımızı gerektiğinde takas ediyor olsaydık, barınaklarımızı olması gerektiği gibi yani yöremizin doğal malzemesi ne ise onunla (İç Anadolu’da kerpicimizi pişirerek, Karadeniz’de odunumuzu keserek, Ege’de samanı sıkıştırarak, Akdeniz’de taşları geniş geniş dizerek…) kendimiz kendimize kadar inşa etmiş, böylece değil 15’inci kat, ikinci katı çıkmaktan bile imtina etmiş olsaydık, köyümüzün, mahallemizin bakkalına asfalttan otomobille falan değil, tarlaların arasından beş on dakika yürüyerek gidiliyor olsaydı, zaten pek fazla kimsenin de bakkalla işi olmasaydı, yakınlarımız olması gerektiği gibi gündelik işlerine yürüyerek gidiyor, çocuklarımız aralarında elele tutuşup oyun oynayarak yarım saat ötedeki tek katlı açık plan köy okuluna gidiyor olsaydı… İletişim kurmak için hücresel kulelerine falan değil esasen sesimize veya bir çıngırağa ihtiyacımız olsa, elektriksiz de günlerimiz geçebilse, ısınmak için ara ara bahçelerimizden, çevremizdeki makiliklerden odun kesiyor veya topluyor olsaydık… Kendimizi iyi hissetmediğimizde çevremizdeki bilgelerimiz ve yaşlılarımız bize gereken şifayı, otu, çamuru veriyor olsa, zaten bedenimizle çalıştığımız ve dolayısıyla bedenimizi tanıyıp doğayla ve ruhumuzla barış içinde olduğumuz için bu pek de sık olmasaydı… Güvenlik diye bir kavram hayatımızda yer almasa, zaten göz alabildiğine her yerdeki herkes tanıdığımız, sevdiğimiz olsa ve başımıza ola ki herhangi bir şey gelirse kendi hayatları gibi bizimki için de ellerinden geleni yapacaklarından zerre şüphemiz olmasaydı… İşte böyle böyle, insanca bir hayat yaşıyor olsaydık, ne olacaktı o meş’um 6 şubat günü?

Depremin hemen ertesi günü, henüz acı ve öfke ve çaresizlik bataklığına gömülmemişken, bu düşünceler kafamda dolaşmaya başlamıştı. Sanal alemde paylaşılan deprem konulu kısa videolardan birinde televizyondaki anchorwoman, “Bu bir ders,” mealinde konuşan hocaya avaz avaz bağırıyordu, “Yeter artık sizden de derslerinizden de,” şeklinde… Düşünüyordum, ders evet, bence de bir ders, ya da Anglosakson ifadesiyle, “wake-up call”. Ama kitaba uyma, günahlar veya ahlak konusunda değil: İnsanevladının gerçekte nasıl yaşaması gerektiğine dair bir ders, bir hatırlatma.

Düşünüyordum: Şimdi ben geniş bir arazide, yerel malzemeyle kendim tek katlı bir ev yapmış orda yaşıyor olsam ne olacaktı? Depremin ertesi günü doğayla, dünyayla insancıl bir bağı olan spor hocamla da bunu konuştuk birbirimizi teyid ederek: Hiç! Hemen hemen hiçbir şey olmayacaktı. Kafama çatıdan birkaç tahta inecekti belki, evde eşyalar yuvarlanacak, biraz da korkacaktım. Birkaç gün komşularımda veya bahçemde bir çadırda kalacaktım – çünkü doğada yaşayan, doğayla var olan bir insan olarak tabii ki çadırım, olmadı çadırlık düzenek ve malzemem olacaktı – birkaç gün sonra da zedelenen malzememi ayıklayıp barınağımı tekrar inşa veya tamir edip hayatıma devam edecektim…

İşte bunlar dolaşıyordu kafamda, depremden hemen sonra yavaş yavaş artan bir hüzünle dolarken. Ama günler geçip kayıp ve acı ve rezillik arttıkça bunları gündeme getirmeyi haksızlık gibi gördüm. Akıl almaz kayıplar yaşamakta olan insanlara, “Bakın bunları bunları yapsaydınız böyle olmazdı,” diye ahkam keser gibi görünmekten çekindim. Yine de düşüncelerin zamanlama dışında bir kabahati yoktu tabii; o nedenle kafamda gelişmeye, haykırmaya ve tepinmeye devam ettiler sonraki günlerde… Belki de sisteme karşı giderek kabaran bir öfke ile birlikte daha da şiddetle tepinmeye:

Şu ekranlardaki bitmez tükenmez, akıl almaz moloz yığınlarını görüyorsunuz, yine de şehirleşmekte, dikeyleşmekte, sıkışmakta ısrar ediyorsunuz! Çokluğun, çoğunluğun, kalabalığın olmadığı her yerden, her şeyden korkuyorsunuz. Kendiniz olmaktan korkuyorsunuz. Sistem sizi korkutmak üzerine kurulmuş, siz de hiç sorgulamadan biat ediyorsunuz! Çünkü kendiniz olduğunuzda sizi sağamayacak sistem. Sizse sizin iyiliğinizi düşündüğüne, sizi koruyup kolladığına inanıyorsunuz nedense. Aman güvenlik, diyor sistem. Korkuyorsunuz, alarmlar teller duvarlar güvenlik elemanları koşuyor hemen imdadınıza. Aman sağlık diyor sistem, hemen en olumsuz örnekler yığılıyor karşınıza, Nepal’in, Japonya’nın, Ağrı’nın kuş uçmaz kervan geçmez köylerinde huzurla yaşayan 100 yaşlarındaki insanlar değil de sürekli tıbbi bakım ihtiyacı olan 50 yaş üstü insanlar! Aman diyor sistem, eğlenmeniz gerek, alışveriş yapmanız gerek, köyde, yaylada, mezrada AVM yok, nasıl olur?! Evet diyorsunuz, çocukları nasıl eğlendireceğim, nerden her mevsim yeni kıyafet alacağım, AVM’siz olur mu hiç! Aman, eğitim şart diyor sistem pek bir sorumluluk sahibi havayla, yeni nesiller, parlak gelecek, eğitim şart… Ben senin bu sistem içinde verdiğin şu eğitimin ta içine tüküreyim müdür! Eğitim buysa eğitmeyin kimseyi cahil kalsınlar, hani nerde eğitiminizin hangi zerresi hayatta kalmaya, hayat kurtarmaya, ya da en basitinden insan olmaya yaradı? Hangi eğitim, yardım araçlarını kendi arazisine çevirip satmak üzere stok yapan, depremzedeler geliyor talep çok diye kirayı üç katına çıkaran, yıkıntılardan sırıtarak televizyon kapıp götüren insan namzetlerini eğitti? Sizin olsun eğitiminiz. Şehirmiş, uygarlıkmış, merkezmiş, sizin olsun merkeziniz…

Ben böyle böyle içten içe tepinirken ve bu düşüncelerimi yüksek sesle ifade etmeyi kendi adıma yanlış bulurken Antakyalı, dolayısıyla ne yazık ki doğrudan deprem mağduru olan, dolayısıyla bu isyanı dillendirme hakkı daha çok olan bir yakınım da aynı çizgide veryansın etmeye başladı insanlığımıza:

“(…) Beni öfkelendiren, içine kendimi de dahil ettiğim insanlığımızın hayata bakış açısı ve değerler tanımı. Son birkaç senedir zaten bunu sorguladığım için sistemden kendimce ayrılmaya çalışıyordum, hatta çözümü doğada bulmamı, yerleşmek üzere bir arazi aramamı sağlayan da bu duyguydu. Yaşadığımız bu deprem ise içimde tuttuğum bu öfkenin patlamasına sebep oldu.

Veryansın ettiğim şey kendimize soru sormamamız, kendimizi anlamaya çalışmamamız, gerçekten neye değer verdiğimizi sorgulamamamız, otomatik pilotta uçuşa devam etmemiz ve sonra da çakılmamız. ‘Ben kimim, ben ne yapıyorum, ben nereye koşuyorum, ben evrene faydalı bir şey yapıyor muyum, ben bu kalbi niye kırdım, benim neye ihtiyacım var, benim bu sözüm karşı tarafa ne hissettirir, ben yarın var olacak mıyım, ben şu an var oluyor muyum…’ Bu soruları gerçekten kendimize sorsak hangi deprem, hangi politika, hangi din, hangi savaş canlarımızı alabilir? Bu depremin getirdiği yıkımı, bu politikaları, savaşları, göçleri, din çatışmalarını, hepsini var eden zaten insanoğlunun şu anki hali değil mi? Biz tek tek bireyler olarak gerçekten sevmeyi, anlayışlı olmayı, empatiyi, ahlaklı olmayı bilebilseydik, en azından sorgulasaydık, bu dünyada yaşanan tüm bu acılar devam eder miydi, emin değilim… 

Bu depremin sorumlusu binalar mı? O binaları yapan mühendisler, onay veren resmi kurumlar, afet durumunu koordine edemeyen yönetim kurumları bir yana… Peki ya ‘Burası sağlam mı, bana ihtiyacımı verecek mi, benim ruhuma uygun mu?’ diye düşüneceğine ‘3+1 olsun, manzarası da olsun, mutfağı son teknoloji aletlerle dolsun…’ diyenler başta olmak üzere, deprem sonrası yardım giysisi olarak topuklu ayakkabı ve gece elbisesi yollayanlar, Ahbap çadır bulmuş diye sevineceğine Kızılay’dan satın alınmış diye topa tutanlar, kendi şehrini yağmalayanlar, yaptığı yardımı gözümüzün içine içine sokanlar, ‘Orası Hıristiyanların bölgesi, biz oraya yardıma gitmeyelim,’ diyenler, depremzedelerin göç ettiği çevre illerde emlak fiyatlarını arttıranlar… Sayfalarca uzayabilecek bu listedekiler bir kere olsun ‘Ben ne yapıyorum yahu?’ diye sorsaydı kendine, tüm bunlar yaşanır mıydı acaba? Ben bu sorunun cevabını merak ediyorum ve bu soruyu herkesin kendine sorması için dağlara taşlara yazmak, haykırmak istiyorum…”

Antakyalı depremzede yakınımdan da geldikten sonra bu düşünce artık kafamı dal budak sararak ele geçirmeye başladı: Evet insan olmayı artık olduğundan, olması gerektiğinden çok farklı bir şey olarak algılıyoruz maalesef, hep düşündüğüm şey bu, bu ofisler yoğun işler yetmeyen zamanlar ve o yüzden doğan stresler hep o işle para kazanıp “yaşamak” için esasen, ama o işleri esas almaktan yaşayacak ne halimiz ne vaktimiz kalıyor… 3+1’ler ve ankastre mutfaklar ve araba modelleri ve iş pozisyonları, çok daha önem kazanıyor… Aslında yüz elli yıl önce H. D. Thoreau’nun gerçek bir hayat yaşamak istediği için sınıf arkadaşlarına, sınıfına karşı verdiği mücadeleden farkı var mı ki bu konuştuklarımızın? “Güve ve pasın çürüteceği, hırsızların gelip çalacağı hazineler biriktiriyorsunuz… Acınası bir hayat yaşıyorsunuz,” diye ettiği veryansını 2023 yılında tekrar ediyor olmak, ne kadar acıklı bir durum?! 

Ben Türkiye’nin ‘iyi eğitimli’ kesiminden geliyorum ve genç yaşımda bilinçli bir şekilde doğadaki yaşamımı ve işimi kurarken bütün çevrem bana fena halde üzülerek karşıma dikildi misal… Bunu söylediğim Antakyalı yakınım hemen yanıt veriyor: “Bilmez miyim doğaya döndük diye o ‘iyi eğitimli’ çevrenin acıyan bakışlarını… İşte o bakışlar sebep olmuyor mu bu enkazlara?“ Evet, teşhis tam yerinde. Tam olarak o bakışlar sebep oluyor bu enkazlara. Onursuz müteahhitlerden, yolsuz idarecilerden, umursamaz siyasetçilerden önce, doğaya dönüp gerçek ve insanca bir hayat yaşamayı garipseyen, küçümseyen, yadırgayan o bakışlar. Ve o bakışları önemseyerek, çoğunluk gibi, çoğunlukla birlikte, güve ve pasın çürüteceği hazineler biriktirmeye devam edenler.

Aaahh ah.

Gerçek, insanca, insancıl bir hayat yaşamak, onun için de önce insancıl bir hayatın ne olduğunu hatırlamak gerek. Yazının başında anlattığım gibi taş devri boyutunda olması da hiç şart değil, bu arada; insanevladının kendi ruhuna danışarak oluşturduğu, özgün, kişisel, doğaya ve doğasına daha yakın bir hayat olması başlangıç için yeterli. Antakyalı yakınıma dediğim gibi, ben çalışmaya koyuluyorum. Doğrudan konuyla ilgili değil, topraktan… Hayatın ve insanlığın onurunu restore etmek için çalışıyorum. Bunun için daha iyi insan yetiştirmemiz gerek. Daha insanca değerleri beslememiz gerek. Daha iyi yöneticiler seçmemiz gerek. Daha insana, doğaya saygılı yaşamlar kurmamız gerek. Herkes yaptığı işi iyi yapmalı. Herkes layık olduğu işi yapmalı. Herkes insanlığı, onuru, saygıyı, doğruyu kollamalı. Herkes doğayı ve tüm varlıkları saymalı. En azından ben, yanlışta olacak bir tane insanı doğruya çevirirsem, o benim böyle felaketlere karşı çalışmam, önlemim, şifam… İşte o zaman, bir dönüşüm başlar yavaş yavaş…

Yoksa, yarın öbür gün diyelim ki bir sürü şey düzeltildi doğrultuldu, kurallar, kanunlar, depreme dayanıklı binalar ve saire, ama birileri yarın öbür gün yine bazı şeyleri hayatın doğrusundan, insanlığın onurundan, doğadan, diğer canlardan öncelikli tutacak ve bir sonraki doğal afette yine senin, benim, Antakyalı yakınımın, bizim gibilerin ruhu enkaz altında kalacak… Bunun olmaması için insanları sürekli dürtmek, tırmalamak, zorlamak gerek, bu yaşadıkları hayatın bir yerinde bir yanlış olduğunu hatırlatmak.

Yüz binlerce ton betonun altında kalmış yüz binlerce insanımız var ve biz “daha fazla beton, daha kaliteli çimento kullanmayı” tartışıyoruz. Kolonları, kirişleri, onuncu yirminci katları, yerin altını metrelerce delmeyi, dev apartman komplekslerinin güvenliğini. “Bu yaşadığım hayatta bir yanlış olabilir mi?” diye değil, hâlâ “Nasıl daha sağlam bir beton kutucukta yaşayabilirim?” diye düşünüyoruz.  Kişi başına 9 bin metre kare düşen bir geleneksel tarım ülkesinde hem de… Yanlış bir yana, abes kelimesi dahi hafif kalmıyor mu?

***

Uzak, çok uzak bir coğrafyada, tasavvuf ağırlıklı müzik yapan İran asıllı müzisyene ufak konserinden sonra teşekkür ediyorum. Sadece birkaç saat sonra, depremin aydönümünü anmak üzere bir mum yakarak yerlerden rengarenk ama solup dökülmüş çiçekler toplayacağım. Müziğinde Rumi etkisi çok, onun ülkesinden olduğumu, dolayısıyla sözlerine aşina olduğumu söylüyorum. Bir anda güleryüzü kararıyor, “Ah, Türkiye’den mi, çok üzgünüm, çok çok üzgünüm,” diyerek can-ı gönülden bana sarılıyor. Gözlerimizde yaşlarla uzun uzun sarılarak deprem kurbanlarını anıyor ve onurlandırıyoruz. İşte dünyanın, insanlığın ihtiyacı olan bu. Daha fazla sevgi, şefkat, anlayış ve insanlık. Daha fazla beton değil.

(Mart 2023)

Kategori:Ordan burdan insandan...