İçeriğe geç

Dünya Bali olmalı

Salinger, “I could happily lie down and die sometimes,” lafını rahatlıkla burada yazmış olabilirdi – Mart 2020

Bali fasikülleri – 1: Tapınak no, doğa yes!

Bali, o kolay yerlerden biri. Her şeyin bir şekilde hallolduğu, gerilmeye, endişeye, korkuya mahal olmayan. Altaylar’ın, Rusya’nın tam tersi yani, laf aramızda. İnsanın güven duygusunu, “Yahu şunu nasıl yaparım?”ı hiç düşünmediği, korunaklı, pürüzsüz bir ortam. Her an, her yerde, her şey okey.

Beni havaalanından alan şoför Wayan’ın kulağının arkasında takılı sarı çiçekler biraz ipucu vermişti buraların böyle olabileceğine dair… Diyorum ama hala o “böyle”yi betimleyebileceğimi sanmıyorum. Bakalım, anlatacağım sağdan soldan şeylerle bir manzara çıkar belki zamanla ortaya…

Doğa on numara, bir kere bununla başlamak ve hatta bununla bitirmek gerek, ama anlatmaya sözcükler yetmez buranın doğasını. Böyle bir huşu içinde karşısında kalakalıyor insan dev ağaçların, koyu yeşillerin, sonsuz pirinç tarlalarının. İnsanları insana iyi geliyor. Kızgın, tatsız kimse yok, bir haftayı geçti kaşını çatan kimse bile görmedim, en fazla sıkılmış veya umursamaz, o da çok nadir. Hayvanlar barışı hatırlatıyor. Köpekler huzur ve sükunet içinde, minik ve meşguller, her yerde. Kediler arada dolaşıyorlar kafelerde, açık ofislerde.

Bir şehir bu kadar mı güzel kokularla dolu olur? Bir arkadaşım “Benim için de kokla oraları,” yazmış, gerçekten benim kadar kokulara takıldı mı yoksa lafın gelişi mi dedi bilmiyorum… Bu kadar harika kokuyu birarada, arka arkaya hayatımda almadım herhalde. Tütsü yanmayan sokak aralığı, bina girişi, taksi durağı, dükkan vs yok! Ama kokular sadece tütsülerden değil, sabunlar, çiçekler, insanlar, yemekler, otlar, her şey güzel kokuyor, her adımda burnuma ayrı bir güzellik geliyor. 

Ve ayrıca, bir şehirde her şey mi estetik, yerel ve uyumlu olur? Hesapta da yoksul ve az gelişmişler… Yoksullukla az gelişmişliği tekrar tanımlamak gerek belki. Bambular, batikler, saronglar, tütsüler, ahşaplar, hasırlar, çiçekler, bitkiler hep uyumlu, gerçek ve üstüne üstlük (ya da bundan dolayı mı demeli?) estetik. Dünyadaki en güzel dekorasyonlu, en yerine uyumlu Starbucks burada herhalde, kapısında logolu bir gong ve yerel ahşaptan oyulmuş tabelası ile. Okul üniformaları frangipani rengiyle toprak rengi.

Ve ayrıca, bu kadar temiz bir üçüncü dünya ülkesi nasıl olur?! Ayakkabıları çıkartın uyarısının beni ilk şaşırttığı yer otelimin üstündeki ofis katımızdı. Sonra aşağıdaki kafenin girişinde yayılan bir yığın ayakkabıyı ve şoförümün arabadan yalınayak inip bagajımı yerleştirdiğini hatırlamakla birlikte bunun normalliği anlaşıldı. Ofis girişinde sık sık insandan fazla ayakkabı olması da ayakkabısız dolaşmanın normalliğini gösteriyor zaten. Balililer temizlik standardı Türkiye’den yüksek olan nadir yerlerden sanırım, kendi halindeki otelimde her gün odamın yerleri yıkanıyor!

Ve bir yandan da, saronglar ve yerel kumaşlarla kıyafetler o kadar sade ve doğal ve rahat ki, neden giyilmesin, neden sürekli ve sadece saronglarla yaşanmasın bilemiyorum. Zaten normalde de çoğu Balili erkek ve kadın giyiyor, ayrıca perşembe günleri turizm bakanlığı kararıyla tüm turizm çalışanları yerel kıyafet giyiyormuş. Erkeklerin başlarında da kumaştan yerel başlık, adı udang. Herkese de nasıl yakışıyor…

Bali şahane, doğası insanı falan, ama birinci günün sonunda tapınaklardan haddimi doldurdum bile! Neyse ki sonuncusu maymunluydu, biraz atraksiyon oldu. Zaten Hindu tapınakları bana pek cazip gelmemişti Hindistan’da dahi. Onu bunu görmedim demeyeyim diye hemen aldığım özel şoförlü turda yakındaki bir sürü tapınak, şelale, vb tavaf edildi. Bundan sonra ne tapınak, ne özel tur isterim, hakkımı savdım. Bir de meşhur Campuhan Ridge yürüyüşünü de yaptım, yapmadım demem. Güzel bir erken sabah veya güneşli bir akşamüstü vaktim olursa tekrar da yürüyebilirim hatta.

Şimdi sırada salıncak, pirinç tarlası, çikolata fabrikası, plaj yapılmalı, görülmeli, denenmeli. Biraz da alışveriş. Gerçi sadece otelimin civarında yürüyerek geçirsem geçer üç hafta! Her kapı bir lokanta (warung, yerel Endonezya mutfağı), kafe, dükkan, bakkal, spa falan. Aklım kalıyor her birinde. Ha, bu komik: “Ne tür süt?” Bali’de kahve ısmarlarken standart bir soru… Coconut, cashew, soy, almond, diye gidiyor seçenekler. Herhalde dünyada veganlığın çoğunlukta olduğu nadir yerlerden biri! Yiyecekçilerin çoğunluğu vegan veya en azından vejeteryan veya çiğ mutfak veya glutensiz. Mesela sık gittiğim kafenin wifi şifresi “Jesus is vegan”.

Ve bu restoran, spa, otel vb tüm tesislerde ne kadar iyi hizmet aldığınızı anlatamam. Balililer bunun için doğmuşlar sanki, hem erkek hem kadın, mutlulukla, severek sürekli hizmet etmeye talipler. Dilleri de dönüyor hem, gayet iyi İngilizce konuşuyorlar. Hatta turda karşılaştığım diğer dillerdeki rehberler de gayet iyiydi, harika Fransızca, İspanyolca, Rusça konuşan bir sürü Balili rehber vardı. Bali spesyalitelerinden masaj denemelerim de her fırsatta devam ediyor, edecek, henüz ikinci “spa”mı denedim, her biri ötekinden güzel tabii.

Tropik yağmurlu, scooter motorlu ve Michelin yıldızlı fasiküller de gelecek Bali’den, pek yakında!

Bali fasikülleri – 2: Tropik yağmurun arkasından…

Diye başlayan yazımı, tropik yağmurlar arasında olarak düzeltmem gerekiyor. Anlaşılan o ki Bali’de tropik yağmurlar öyle kolay kolay dinmiyor. Olsun varsın! Çılgın yağmurun müthiş sesini dinleyip bir afete neden olmadığını bilmek, şu akla hayale sığmaz büyüklükteki ağaçların, akla hayale sığmaz renklerdeki çiçeklerin bileşeni olduğunu hatırlamak güzel. Zaten yağmur hemen norm olmaya başlıyor, kaçınılmaz olduğu için. 

Misal birkaç gün önce, açık ve aydınlık havada girdiğim Bahasa İndonesia (Endonezya dili) kursundan çıkıp, bir de grupla yemek randevum olduğundan bekleme şansım olmadığından, karanlıkta ve sağanak yağmurda tintirik scooter’ımın üstünde on dakika kahkahalarla giderek ve tamamen ıslanarak otele vardım. Üstümü değişirken banyo havlusuyla kurulanmam gerekti yani. Diğer zamanlarda da “Hmm, yağmur,” deyip devam ediyorsun hayata, ıslak veya çamurlu, “Büyütecek bişi yok han’fendi, hadi ilerleyin,” kıvamında.

Scooter dedik: Evet kaçınamadım ve scooter kiraladım. Biraz kaçınmaya çalıştım, benim motordan sonra ne kadar zor ve güvensiz geleceğini biliyordum çünkü, ama araba ara, çağırt, şoförle anlaş, yağmurda araba olmasın, taksiyle pazarlık et falan daha sıkıcı geldi ve scooter ile özgürlüğümü kiraladım. Bu da önünden geçerken “Hadi gireyim,” diye daldığım Agung’dan. Ubud’un en uzun adamıymış Agung, güzel de İngilizce konuşuyor. “Sürmeyi biliyorsun değil mi, ehliyetin var herhalde?” dedi, o kadar. Bir imza atıp ödedim, motoru alıp çıktım. Ha, kaskı motor üstünde bıraksam çalarlar mı diye sordum, “Peh, çalmazlar, bir şey olursa gel ben yeni kask veririm,” dedi. Yaklaşım bu yani.

İşte bu tingirik scooter’ın üstünde dolanıyorum birkaç gündür. Zaten Ubud, yaya olmanın scooter kullanıyor kullanmaktan daha tehlikeli olduğu ilginç bir trafiğe ve yollara sahip. Çılgın ama kurallı. Soldan akıyor trafik bu arada. En komiği benzin almaktı. Oteldeki kız anlattı benzinliğin yerini, bir türlü bulamadım. Dün tekrar sordum artık yolda kalacağımdan korkarak, gelip gösterdi: Benzinlik değil, bakkalmış benzin alacağım yer! Hem de ufak bir bakkal. Önünde bir Algida dolabından ufak dolap, üstünde süper iptidai bir pompa sistemi. Epey güldüm depo dolduruşumuza. 

Bali’nin güzelliklerine dönelim: Bazı yerler vardır dünyada hani, aslında sefildirler de zaman içinde çok sevdirirler kendilerini. Afrika gibi (maladie d’Afrique), Hindistan gibi. Bali öyle değil. Bazı yer de vardır, ilk anda bayılırsın medeniyetine, tertip düzen seviye vb yüksekliğine, bir süre sonra, “E ama bu kadar da olmaz ki canım!” dersin, Paris veya İsviçre gibi. Bali öyle de değil. Endonezya dünyanın en kalabalık Müslüman ülkesi, ülke genelinde sadece yüzde 1.7 Hindu var, peki nasıl yani? Hindu’ların hemen hepsi Bali’de! Bu adanın nüfusunun yüzde 85’i Hindu, ondan burda hayat bu kadar farklı.

Bence Hindistan’ı yıkayıp paklamışlar, Bali olmuş… Veya şöyle de diyebilirim: (Beklenti benim sorunum tabii ama) Hindistan’ın ne olmasını bekliyorduysam yedi yıl evvel gittiğimde (tabii hiç öyle olmamasıyla müthiş yıkılmıştım) şimdi Bali’yi öyle buldum: Güzel renkli, güzel kokulu, hiçbir şeyin dert edilmediği, huzurlu ve mutlu namasteler dünyası. Hani dünyanın boyut atlaması için 144 bin aydınlanmış insan gerekiyormuş ya, burdan çıkar o kadar insan rahatlıkla!  İnsan Tayland’ın bir köyünde veya Kamerun kırsalında iki yıl yaşayan Batılıları anlıyor: Hayat başka bir şey burda, diğer dünya ile bağlı olmanın da hiçbir anlamı yok görünüyor.

Hayatta ilk defa gittiğiniz bir kafede veya restoranda çantanızı ve her şeyinizi oturduğunuz yerde bırakıp tuvalete gitmeyi düşünebiliyor musunuz? Ya da bilgisayarınızı telefonunuzu falan masanın üstünde bırakıp, yandaki otelinize cüzdan almaya gittiğinizi? Mesela bir de yalnayak? Düşünün düşünün… Burada başka türlüsü düşünülmüyor. Bir şey satın alırken, oda tutarken, motor kiralarken falan insanların aklına kandırma, dolandırma gibi şeyler uğramıyor bile, görüyorsunuz gözlerinde… Tabii hala içinizde insana bu inanç varsa. 

Yemek zaten başlı başına bir şenlik, acıksam da tekrar yemek yesem diyor insan sürekli. Hem menüler hep anlaşılır dilde, hem zaten börtü böcek, tuhaf hayvanlar gibi çok acayip şeyler yemediklerinden bilmeden ısmarlayınca da kötü bir sürpriz olmuyor. Bali’de çok iddialı lokantalar olduğunu duyup baktım, ikisi hem yakın hem hoştu, hemen rezervasyon yaptırdım. Mozaic’e cumartesi akşamı gittim. Daha önce çok güzel lokantalara ve bir iki kez Michelin yıldızlılara da gittiğim ışığında şunu paylaşmak isterim: Mozaic deneyimimde insanlığa olan inancım yenilendi. Gerçek ve yerel ve yaratıcı olunabiliyormuş hala, her şeyin suyu ve dünyanın çivisi çıkmamış, yaşasın!

Sonra bir de yoga stüdyosu deneyimim oldu ki o da beni ayrı aldı götürdü… Otelin karşısındaki salaş taksi durağının arkasında bir aralık ve birkaç ok var, hiç alıcı gözle bakmamışım, tesadüfen bakınca Intuitive Flow Yoga Studio tabelasını gördüm (bahsettiğim aralık 1 metre genişlikte, bahsettiğim tabela da 10 santim yüksekliğinde bu arada), kafenin girişindeki panoda da programını görünce “Peki,” dedim, “Pazar sabahı burayı deneyeyim bakayım”. Sabah sakinliğinde o aralıktan girip bir başıma yürümek, papayalar, hindistan cevizleri ve muzlar arasından, karşıda Agung dağı, arada yemyeşil pirinç tarlaları, tabii her yerde sunulmuş çiçekler, tütsüler, ahşap oyma minik tapınak kapıları, limonotu ve nane kokuları… Üstüne bir de bu inanılmaz manzaraya dört yanı açık bir terasta, çok tatlı minik bir yerli hoca ile, şahane bir 1,5 saatlik yoga seansı… Daha ne diyeyim?

Usada adlı shala’da bir ses terapisi seansına, bir de Sufi Soul Sangeet’e katıldım, Pyramids of Chi adlı yerde de Yeni Ay Seremonisi’ne – bir Kızılderili ile ateş çemberi, bir piramit içinde ses banyosu ve bir toplu yemek. Hepsi ayrı ayrı güzel seanslar… Bugün farklı bir stüdyoda Sunset Healing Yoga var bakalım.

İnsan bir müddet sonra, “Hay Allah ya, Bali de pek uzak, nasıl geleceğim tekrar?!” diye düşünmeye başlıyor…

Bali fasikülleri – 3: Gerçekten, 13 saat çok da uzun sayılmaz aslında…

Sokak meyvecisinden meyve aldım. Snake fruit, dragon fruit, pineapple, mango, cold young coconut… Tanımadığım bir meyveyi ortadan kesti, içindeki sulu parçalardan bir ikisini kendi aldı parmakları batırarak, diğerlerini bana uzattı. (Koronaya karşı süper uygulama tabii.) Adam, “Bu hafta Galingan olduğundan meyve fiyatları biraz yüksek,” dedi. Galingan adlı günde tüm ölü atalar ailelerini ziyarete geldiğinden onlara hoş geldiniz amaçlı sunaklar yapılıyor sürekli. 10 gün sonra Kulingan’da da geri gidecek arkadaşlar (yani siz bunları okurken gittiler hayırlısıyla). Hatta gitmek istemeyenleri göndermek için biraz tantana yapılacak anladığım kadarıyla, davullar borazanlar canavarlar ve tencere tava falan.

Biraz da bu Galingan / Kuningan hikâyesinden etraf daha renkli, tüm tapınaklar (ki yaklaşık her iki binadan biri) ve kutsal anıtlar heykeller resimler her şey renkli kumaşlarla, çiçeklerle, bambu süslerle kaplı. Ama anladığım kadarıyla sair zamanda da pek farkı yok. Son derece rahat, kuralsız, esnek insanlar olan Balililerin tek tabusu, kutsal şeyler. Tapınaklara girerken kadın erkek çocuk herkesin diz altına kadar bacaklar ve omuzlar kapalı olmalı. Bir Rus IG fenomeni hatun ile erkek arkadaşı maymun ormanındaki tapınakta maymunluk yapınca kendilerini sınır dışında bulmuşlar – kız poposunu açmış, oğlan kutsal su püskürtüyormuş ve kaydediyorlarmış. Bir de büyük para cezası almışlar, tüm tapınağın tekrar temizlenip kutsanması masrafına karşılık. Oh olsun, üzmeyin Balili kardeşlerimizi!

Ama genel olarak batılı beyazlar da fena değil Ubud’da. Balililere, yerelliğe, Endonezya kültürüne, yemeğine, kıyafetine vb saygılılar bence – ya da benim gördüğüm diğer benzer yerlere kıyasla demeli. Saygı demişken: Üç haftaya yakın zamandır, tek bir telefon sesi duymadım. Ama tek bir tane diyorum! Yerli, yabancı, mesaj, titreşim, sıfır. Böyle bir medeniyet ve saygı ortamı. (Sevgili İspanyollarım da barda, restoranda falan telefonda konuşan olursa -ki zaten olmaz, yani Türk yoksa ortamda- çok fena bakarlar.) 

Geçen gece tam olarak teyid ettim: Ofisten en son ben ayrılırken, ayakkabı dolabında üç veya dört çift ayakkabı vardı. Bir de geçenlerde bir restoranda, yanımdaki gayet boş masanın altında bir çift flipflop duruyordu. Elalemde ayakkabısız kalkıp gitmeye bu kadar alışmak yani! Ben de bugün (zaten restoranda çok rahat ediyor insan da) birkaç dükkana öyle girdim, dışarda terliği bırakıp. Bilirsiniz biraz hızlı uyum sağlarım!

Ubud spiritüel Mekke diye, tüm spiritüel etkinlikler harika demek değil tabii. Kendi ruhuma uyan yoga stüdyomu buldum ama başka bir iki şey de denedim. Biri (Sunset Healing Yoga imiş! Peh! Heal thyself, dude) yoga ile geçenlerde tanıştığı belli olan, pek şaşkın bir adamcağız tarafından verilmekteydi, neyse ki şahane bir terasta, güneş pirinç tarlaları üzerinden ve papaya ağaçları arasında batarkendi de çok küfretmedim. Bir başkası, Yoga Barn adlı yoga fabrikasında ses meditasyonu idi, eh, mekan ve olanaklar şahaneydi ama seansın çoğu gitar dinletisi şeklinde geçti, gonglar ve çanaklardan çok ninni dinledik. Dev bir piramitler yapan İngiliz çift de tabii yatırımlarını çıkarmak için çok popülerize edilmiş etkinlikler düzenlemek zorundalar, yeni ay meditasyonu aslında iyi konseptti ama bir daha gider miyim, gitmem… Oysa ufak şala Usada’da Tahir’in bir Sangeet’ine daha denk gelsem diye ahlandım ya da bir Kirtan’a. Hem zaten benim güzel yoga stüdyomda hocamın arkasından sincap geçiyor, salona kuşlar girmeye çalışıyor, arkadan da adanın volkanları görülüyor, pışık…

Ubud elbette cennet,benim gibi limonotu, zencefil, mango, taze kişniş, avokado ve frangipani sevene burası öldüm cennetteyim dedirtiyor. Ah hem görüntüleri, hem kokuları, hem tatları… Onlar ve diğerleri, ejdermeyvesi, durian, ananas, papaya, passionfruit, yasemin, ylangylang. Bu sabah yogadan çıktıktan sonra yandaki Yellowflower Cafe’de egzotik bir şey deneyeyim dedim. Green Smoothie… Aman tanrım! İçilmiyor zaten, bardaktan kaşıkla yedim ama nasıl bir şey o, mangolar muzlar avokadolar birarada, olacak bir lezzet değil, yarın sabahı iple çekiyorum! 

Bugün Kulingan töreni için giyindim süslendim tapınağa gittim. Süslenmek şöyle: Tören için tapınağa gideceksen, geleneksel Bali kıyafeti giymek şart. O da kadınlar için dantel üst yani kebaya, altta sarong, belde kumaş kemer. Sarongumu sarındım, ötekileri ödünç aldım, neyse tapınakta dua ederken baktım herkese, herkes mutlu, hatta neşeli… Yahu şunca kadının hiçbirinin mi kocası işten çıkartılmamış, hiçbirinin mi hastası yok, hiçbirinin çocuğu haylazın teki değil mi, hiçbiri mi gebe kalmaya uğraşmıyor, ne bileyim istediği evi alamamış olan yok mu? Adamların hepsi rahat ve güleryüzle şakalaşıyorlar, hepsi mi ev hayatında mutlu, ulan aldık bu karıyı hayatımız karardı diyen niye yok, gelecek endişesi duymuyorlar mı, paraları her istediklerine mi yetiyor yani, hiç olmazsa yaşlılardan dizleri, beli ağrıyan da mı yok anasını satayım?!

Bir de son sorum, şimdilik yani, bu adanın, bu şehrin şirazesi nasıl olup da kaçmamış? Nasıl batılı beyaz adam her şeyi tarumar edip, yerlileri ezip, kültürü kendinin taklidi olan boş bir kabuk haline getirememiş?

(Fasiküllerimiz daha çookk devam edecek korkarım 🙂

Bali fasikülleri – 4: Dünya Bali olmalı

Sürdürülebilirliğin doruğu – olabilir mi gerçekten? Hemen her işletme (yiyecek, eğlence, perakende, üretim, vb) etik, doğru, yerel, sürdürülebilir olduğunu açıkça beyan ediyor ve bununla övünüyor… Ucundan acık, uyduruktan, göstermelik değil, başından sonuna, uzun ayrıntılı açıklamalarla anlatılıyor: Yiyeceklerimiz yerel üreticiden alınıyor, organik üretiliyor, atalık tohumlardan yerli cinslerden, şu köyden şöyle mallar alıp şöyle hakkaniyetli fiyatlar ödüyoruz, yerel bir aile işletmesiyiz, ormandan yabani toplanmış ürünler kullanıyoruz, ulaşım ayak izimizi şöyle bertaraf ediyor, elemanlarımıza şöyle iyi ücret ödüyor, şu köyün çocuklarına eğitim sağlıyoruz, paket kağıtlarımızın %100’ü, diğer ambalajlarımızın %80’i geri dönüştürülebilir, Bali’ye ithal edilen sütü desteklemiyoruz ve bitkisel süt kullanıyoruz, vejeteryan, vegan, glutensiz, çiğ seçeneklerimiz var, vs vs.

Hadi bunlar böyle olsun. Bunların hepsinin ortaya, zarif ve şık ortamlar, çok leziz yiyecekler, harika servis, başarılı kaliteli üretimler, gururla ve mutlulukla yapılan işler olarak çıkmasına ne demeli? Demek diyorum, Balililerin kanında var! Kaliteyi, iyiyi ve daha iyiyi, mutlulukla çalışmayı, bu kadar batılı beyaz kültüre karşı çıkıp burun kıvırmadan, onu yerel kültür ve algılarla uyumlu şekilde entegre etmeyi becermek de ciddi bir insan kalitesi gerektiriyor bence çünkü. Yahu sokaktaki para bozdurucu, manavda çalışan çocuk, ayakkabı satıcısı, hepsi mi harika İngilizce konuşur arkadaş, hepsinin babası mı zenginmiş de Amerikan kolejine göndermiş (RC’liler anladı). Yok yok bunlar zeki bir ırk, becerikli, çalışkan, hızlı ve kafası çalışan. Aferin onlara, bu Bali güzelliklerini hak etmişler, oh keyfini sürsünler!

Evet Balililere adalarını bağışlamamın ardından biraz daha son anılarımızı paylaşıyoruz: Genel ısrar üzerine her akşam bir sürü tapınaklarda yapılan dans gösterilerinden birine gittim, eh danstan çok bir köy ritüeline benziyordu, sonra da delinin biri koşup koşup ortadaki ateşleri çıplak ayaklarıyla dağıttı defalarla, pek etkileyici bir şey değildi yani. Neyse ki bir kez daha denedim (5-10 çeşit dans var listede) legong barong dansı güzeldi, müziği, kadınlı erkekli dansçıları, geleneksel kıyafetleri, vs. O vesileyle Ubud Palace’ı da görmüş oldum.

Çünkü biraz utanıyorum aslında, Bali’de tek bir sanat müzesine veya galerisine gitmedim. Bilen bilir, benim gitmeden önceki ilk araştırmalarımdır bunlar aslında. Burda aklıma bile gelmedi çünkü burda zaten her yer sanat! Karşımızdaki taksi durağının şoförlerinin saçlarındaki çiçeklere, saronglarıyla kafalarındaki udanglarına kadar, her binanın kapısına ve kapıdaki sunağa kadar, her kafedeki menüye ve masa çiçeklerine kadar her şey sanat. Bundan daha güzel, daha hayatla içiçe, daha gerçek bir sanat mı var?

Hayatta şimdiye kadar aşırı canlı renkleri hiç sevemedim çünkü yapay duruyorlardı. Ben doğal, sakin, topraksı doğal tonları tercih ederdim. Aynı şekilde aşırı güçlü çiçek kokularını hiç sevmemiştim… Ama bunlar burada gerçek! Bali’nin rengi, mor. O fuşyalar, o morlar, o tupturuncular burda, topraktan can olmuş fışkırıyor! O yollara, kafana dökülen frangipaniler ve deli gibi kokuları gerçek! Bu gerçek halini görüp koklamayan bir frangipaninin gerçek olduğuna inanabilir mi, resminden, biblosundan, parfümünden? Sunak yenileyici kadınlar her sabah dolaşıyorlar geleneksel rengarenk kıyafetleri ve bambu sepetleriyle, tütsüleri ve çiçekleriyle. Her kenardaki köşedeki basamaktaki girişteki irili ufaklı sunağa birer tütsü koyuyor, dumanını dağıtıyor, bir dua okuyup bir el tutuyor, gereken yerlere yeni süsler veya çiçekler ekliyor. Bakanlara gülümsüyor o sırada, onlara da bir dua gönderiyor herhalde… Svastika da özgün anlamında çok kullanılıyor Bali kültüründe, yaşam döngüsü sembolü olarak.

Üç haftamı bir tintirik scooter üstünde geçirdim ama nasıl oldu da oldu, nasıl sağ salim her yere girdim çıktım, nasıl oluyor bunca hengamede herkes o motorların üstünde sağ salim tırt tırt fırlayıp gidiyor, peri tozundan başka bir şeyle açıklanabilir bir durum değil vallahi… Bir akşam yemekten dönecekken baktım haritanın gösterdiği kestirme yola, yol dediği şey su kaplı pirinç tarlalarının arasından geçen, eni bir metre var yok bir patika. Yok dedim, kalsın, gece gece kendimi pirinç tarlalarından toplayamayacağım, uzun yoldan gideyim paşa paşa. Ama sonra, yakalandım yine dar bir patikaya! 

Başka bir gün, bu kez haritanın maymun ormanının yanından gibi gösterdiği yola saptım, önümde de sapan motorlar olunca onlara güvendim… Bir baktım yol yol değil yaya patikası, sağı solu telli duvarlı, karşıdan motorlar ve yayalar geliyor, ha bir de maymun ormanının içinden geçiyor yani sağda solda maymuncuklar sıçrıyor, ben ilerliyorum! Aman tanrım, öyle dar ki dönmek de mümkün değil, her nasılsa ordan da sağ salim, güle oynaya geçtim nihayet. Güldüğüm şey durumun komikliği, kardeşim ben ne arıyorum orda maymunların ortasında scooter üstünde, derdim ne?!

Eh scooter ile ilerlemişken, Canggu’ya da gittim, gitmedi görmedi görmeden karar verdi demesinler (onlar kimse!) diye. Kararımı açıklıyorum: Ubud harika! Şöyle yani, Ubud’dan Canggu’ya giden yol, daha doğrusu yollar, hepsi harika. Ama bunu “geniş, ferah, sakin, manzaralı, huzurlu” falan gibi batılı anlamlarda almamak gerek. Bali usulü harika diyelim, müthiş bir Bali deneyimi. Canggu ise deniz kenarı işte, dünyanın her yerindeki deniz kenarları gibi, kalabalık, beachy, hep aynı sarışın uzun bacaklı yanık genç insanlar hafif umarsızca takılıyorlar falan. Ubud’daki ruhani hava yok tabii.

Ve son olarak da, dünyayı sayılarla yorumlayanlar için Bali istatistiklerim: Kaldığım süre 3 hafta / edindiğim arkadaş 3-5 / gittiğim ses seansı 77 (yaklaşık) / beğendiğim 1 (son dakikada 0’dan 1’e döndü) / gittiğim ve bittiğim yoga seansı 11 / bayıldığım yoga hocası 2 / bayıldığım kafe 138 / gördüğüm yılan 0 / gördüğüm köpek kakası 1 / duyduğum telefon veya mesaj sesi 2 / gördüğüm muz yapraklarının boyutları 2 metre / aldığım sarong sayısı 78 / aldığım tütsü miktarı 14 kilo (hafif abartıyla).

Son günümde son bir motor turu yapayım derken, son bir tropik yağmur altında tur yaptım, yine kendi kendime gülerek ve donuma kadar ıslanarak. Jalan Katik, Jalan Raya Sayan, Jalan Monkey Forest… Current adlı kafede Outpost tarafından verilen kahve hakkımı kullanma, ordan Kedaton’da şahane bir esnaf yemeği, ordan yürüyerek Yoga Barn, gong meditasyonu (ve nihayet memnun kaldığım seans!)…

İşte saç tokama taktığım son frangipani, havalimanı koridorlarındaki orkide öbeklerinin yanlarından geçerek, son Bali kokularını içime çekerek uçağa gidiyorum… Her uçağa güle oynaya binerim ben, hiçbir yerde geride kalmam. Bali bir yanımı aldı tuttu… Aldığı, beslediği, beni bu kadar etkilediği yanım, insanlığa olan inancım sanırım: Güzelliğin, iyiliğin, zerafetin, güvenin, gerçek BİRliğin eninde sonunda kazanacağı, doğa kanunlarının insanevladını buna yönlendirdiği. İnanıyorum, dünya bir gün Bali olacak.

Eh olana kadar da biz Bali’ye gidip geleceğiz artık, ne yapalım!

(Şubat-Mart 2020)

Kategori:Dünya Benim İstiridyem