İçeriğe geç

Yıkıntı, yas, yaralarımız ve yarın

If this sadness could not flow out of me, it would kill me.*

Bu sabah, üç yıldır var olmayı beklediğim, var olmayı hayal ettiğim, var olmayı umduğum noktada, Bali’nin delice tropikal ormanlarına ve kutsal Agung dağına bakarak sincaplar ve yusufçuklar arasında nihayet yoga yaparken bu sabah fark ettim, ayırt ettim, idrak ettim, tam tamına üç hafta ve üç gündür bitmeyen, azalmayan, geri çekilmeyen safkan bir suçluluk hissi içinde var olduğumu. 

These fragments I have shored against my ruins…**

Onlar mı daha paramparça, ben mi daha yıkıntı? Öyle bana göre olmayan bir his ki bu sabah bir anda idrak ettiğim, anlamak zor, anlatmak zor: İstedim ki biri gözyaşlarımı görüp “Neyin var?” desin, ben de “I am from Turkey and we are all burdened with this immense guilt…” diye dökmeye başlayayım içimdekileri. “Immense guilt” ifadesinin tam karşılığını aradım, karşılamadı Türkçe sözcükler. Muazzam bir suçluluk duygusuyla yüklü, diyelim idareten.

Aldığım her nefesle, ağzıma attığım her lokmayla, bedenimin acımayan her noktasıyla, kaybetmediğim her yakınımla, halen var olan her maddi varlığımla, başımın üstünde yerinde duran her çatıyla, soğuktan donmadığım her anla, içine sızabildiğim her uykuyla. Gülebildiğim her espriyle, sarılabildiğim her sevilenle, zevk aldığım her görüntü veya koku veya tatla. Her an bir suçluluk hissi içinde yaşadığımı ayırt ettim.

He who was living is now dead

We who were living are now dying

With a little patience…**

Bu farkındalık Antakyalı bir tanıdığımın veryansını üzerine kıyıya vurdu. Onun tam neye veryansın ettiğini kendi kelimelerimle anlatmaya çalışsam illa ki bir yerde yanlış olacak, o yüzden bu ifadeyle kalsın şimdilik… Biz, “doğrudan depremzede” olmayanların şu an nerde durduğuna dair, diyelim veyahut. Belki bir şey yapmak istemenin getirdiği aşırı ve aşındırıcı gayretkeşlik. Belki doğrudan depremzede olmamamız sonucu bize yas hakkı tanınmamasının kaybolmuşluğu. Acıyı paylaşma, azaltma, sağaltma çabası – ama bu çabayı o acıyla, o engin kaybın acısına duyduğumuz saygıyla bağdaştıramama. 

Depremzede kelimesini bile bir şekilde alçaltıcı tınılı bulurken, depremden doğrudan etkilenenlere acıma veya merhamet denilebilecek o sirkemsi duyguya gark olmadan destek olabilmenin zorluğu. Sonuçta “Belden aşağımız ezildi, üçer tane Parol aldık ama artık dayanamıyoruz, lütfen kurtarsın bizi ekipler,” diye telefon mesajı bırakarak ölen çocuklar benim arkadaşım değildi. Üç evladının mahsur kaldığı ama ekiplerin yıkılmak üzere diye girmediği binayı haykırarak kameralara gösteren kadın benim komşum değildi. Günler sonunda enkazdan -belki de kayıp bir uzuvla, belki de hayatta kimsesi kalmamış halde- kurtarılırken kameralar yüzlerine sokulan bebeler, çocuklar benim değildi.

İki bacağı ampüte edildikten günler sonra çadırda yerde yatan benim ailem değil. Kepçelerle kamyonlara yüklenip tartışmalı yerlere atılan enkazda çocuklarının, annelerinin, sevdiklerinin bedenleri, bedenlerinin parçaları olan, hatta -belki daha acısı- bertaraf edilen enkazda sayısız soru işaretleri olan ben değilim. Geçmişine dair her şeyi -insanları dahil- moloz haline gelmişken yeni yerleşkeler ve Dünya Bankası hibeleri ve helallik istekleri falan gibi konulara midesi bulanarak maruz kalan ben değilim. “Yeşil kazaklı Suriyeli kız” olarak gömülen küçük kızını arayan ben değilim, hoş belki arayan da yok ya, belki onlar da molozların arasında… İşte bu acıların hiçbiri benim değil, benim hakkım var mı şimdi yas tutmaya? Hakkım var mı koyulaşan bir hüzün bataklığına gömülmeye?

İşte ben de bu durumdayım. Yapabildiğim tek şeyi yapıyorum: Kafamı kaldırıyorum ve ileriye bakıyorum ve ne yapacağımı düşünüyorum. Antakyalı tanıdığıma dediğim gibi, “(…) böyle korkunç şeylerin bir daha olmaması için ben ne yapabilirim? Ve çalışmaya koyuluyorum. Doğrudan konuyla ilgili değil, topraktan… Daha iyi insan yetiştirmemiz gerek. Daha insanca değerleri beslememiz gerek. Daha iyi yöneticiler seçmemiz gerek. Daha insana, doğaya saygılı yaşamlar kurmamız gerek. Vs. Benim sistemim buraya yönlendiriyor beni. Herkes yaptığı işi iyi yapmalı. Herkes layık olduğu işi yapmalı. Herkes insanlığı, onuru, saygıyı, doğruyu kollamalı. En azından ben, yanlış olabilecek bir tane insanı doğruya çevirirsem, o benim katastroflara karşı çalışmam, önlemim, şifam…”

Evet yarına bakıyorum, kendimi sağlam tutuyorum ki bunları yapabileyim, önce bana iyi geleni yapıyorum… Ama her ne olursa olsun, her nefeste, “burdened with immense guilt”… Mantıklı bir şey değil, mantık aranacak bir şey de değil, suçluluk işte: Deprem öncesinde ne yapmış olabilirdim? Olduğunda ne yapabilirdim? Şimdi, şu anda ne yapsam daha iyi olurdu? Ne yapayım şimdi? Bunun vicdanını tatmin etmekten öte, gerçek kaybı olanlar için anlamlı olması için nerden, nasıl bakayım? “Gerçek kayıp”: Benimki yalancıktan kayıp mı yani, bir sürü şehrimizi, yüz binlerce insanımızı (kendimizi resmi rakamlarla kandırmayalım!) kaybetmemiz, bizzat onları tanımadık diye, yok olan bizzat bizim anılarımız, bizim evimiz, bizim işyerimiz, bizzat bizim tarihimiz değil diye kaybımız gerçek değil mi? Acımız gerçek mi peki? Benim yas tutma hakkım var mı? Kim kimden daha hüzünlü, kiminki daha haklı?

İşte buralarda debeleniyorum bugünlerde. Herkes gibi, ben de sıradan, hatalı bir kulum. İnsanca, insancıl bir hatalı kulum -yani çizgim doğru- ve işte yine de buralarda debeleniyorum. Belki daha doğru yapılabilecek şeyler, daha anlamlı söylenebilecek şeyler, daha iyi gelebilecek şeyler vardır; ben şu an bunu yapabiliyorum. Eminim ki birçoğumuz tam bu noktada debeleniyoruz. Antakyalı tanıdığım çok haklı, öfkeden deliye dönmekte, kurtulmanın ne demek olduğunu sorgulamakta, insanlığımızı ne zaman yitirdiğimizi sormakta. Birebir kayıp yaşayanlar da işte oralarda debeleniyorlar, yaralılar… Muhtemelen onlarınki çok daha uzun sürecek. Ama hepimiz, her zaman yaralı kalacağız.

1999 Marmara depreminden sonra hiç aklımdan çıkmayan, bize kızının gömülü olduğu enkazı gösteren Adapazarlı baba gibi veya beş çocuğundan dördünü kaybeden Amerikalı anne gibi, bu depremden sonra da üç Parol ile bırakılan telefon mesajı, çadır zemininde yatan ampüte hasta, yeşil kazaklı küçük kızın mezarı aklımdan çıkmayacak. Yüzyılın depremleri arasında karşıma dikilen Haiti depremindeki ölü sayısının “100 bin ilâ 220 bin” olarak kayıtlı olması, her zaman midemi hançerleyecek. O belirsiz 120 bin insan… Bizim enkazımızda kaç bin belirsizlik var? İnsanlık, insanlar nasıl devam ediyor?

Sonra, dağlara, ağaçlara bakacağız, çünkü başka yerlere bakmamız gerek. Doğaya çıkıp derin bir nefes alacağız. “Nothing ever happened, so don’t worry,” diyen Jack Kerouac gelecek aklımıza yerleşecek; onun yaptığı gibi uzun uzun, aylarca dağlara bakacağız belki. Belki bu iyi gelecek.

Ours is essentially a tragic age, so we refuse to take it tragically. The cataclysm has happened, we are among the ruins, we start to build up new little habitats, to have new little hopes. It is rather hard work: there is now no smooth road into the future; but we go round, or scramble over the obstacles. We’ve got to live, no matter how many skies have fallen.***

Sonra? Sonrasını bilemem. Herkes kendi ruh yaralarını yalayacak ve herkes kendi macerasını yazacak, günbegün. Adım adım.

(Mart 2023)

*bilinmeyen

**T.S.Eliot, Çorak Ülke

***D.H.Lawrence, Lady Chatterley’in Aşığı

Kategori:Ordan burdan insandan...